hemen arkasında çan kulesi, terasın üzerinde kubbe, kubbenin arkasında burçlarıyla surlar, tiyatroların kapı girişlerinin üzerinde Çin usulü çatılar, cam pencerelerin tam karşısında haremlerin kafesli balkonları, korkuluklu terasların tam karşısında Mağribi stili pencereler, Arap kemerlerinin altında Meryem heykelleri, avluda mezarlar, ahır gibi evlerin arasında kuleler bulunur ve biri diğerinin üstünde birbirlerini eziyormuş gibi camiler, sinagoglar, Rum, Katolik ve Ermeni kiliseleri dizilir, buldukları her boşluktan yükselen serviler, çam, incir ve çınar ağaçları çatıların üzerine dallarını sallandırır. Tarifi mümkün olmayan derme çatma yapılar, köprüler, payandalar ve hendeklerle çevrili kare kare kesilmiş gibi duran ev parçaları, üçgen kuleler, dik ve ters dönmüş piramitler, bir dağdan toprak kaymasıyla dökülmüş kaya parçaları gibi rastgele sağa sola üst üste istiflenmişlerdir. Her yüz adımda bir, her şey başka bir şeye dönüşür. Burada kendinizi Marsilya Banliyösü’nün sokağında düşünün, bir dönüyorsunuz Asya’da bir köydesiniz, tekrar geri dönünce bir Rum mahallesi ve tekrar dönünce bir Trabzon mahallesindesiniz. Konuşulan dile, gördüğünüz yüzlere ve etraftaki evlerin görünüşüne aldanıp memleket değiştirdiğinizi düşünebilirsiniz, çünkü kimi yerde Fransa izleri, kimisinde İtalya şeritleri ya da İngiltere çizgileri ve Rus greftleri bulmak mümkündür. Şehrin görkemli yüzünde ve mimarisinde şehri yeniden ele geçirmek isteyen Hristiyan dünyası ve kutsal topraklarını var gücüyle savunan İslam dünyası arasındaki münakaşayı görebilirsiniz. Bir zamanlar tamamen Türkleşen İstanbul, Haliç ve Marmara kıyıları boyunca onu yavaş yavaş kemiren Hristiyan mahallelerin öfkeli işgaline uğramıştı, kiliseler, saraylar, hastaneler, parklar, fabrikalar, okullar Müslüman mahalleleri ele geçirmiş, mezarlıklara taşmış, tepeden tepeye ilerlemiştir ve zaten alt üst olmuş şehrin yapısı üzerinde Haliç’i kapladıkları gibi, gün gelecek Boğaz’ın Avrupa yakasını da kaplayacaklardır. Ancak bu genel izlenimler her bir adımda keşfedilen binlerce yeni şey ile yok olup gidebilir: Bir sokağın içinde bir tekke, bir başka sokakta Mağribi tarzı bir kışla, Türk kahvehanesi, çarşı, çeşme, su kemeri görebilirsiniz. On beş dakika içinde on kez yolunuzu değiştirmeniz gerekir: kimi zaman yokuş inersiniz, kimi zaman tırmanırsınız, yamaçtan aşağı atlar, kaya merdivenlerden yukarı çıkar, çamura batarsınız, engelleri aşarak kâh burnunuzu tıkar kâh mis gibi kokan havayı soluyarak kalabalığın, çalılığın içinde kendimize yol açarak geçmeye çalışırsınız. Açık bir alandan bir ışık hüzmesi Boğaz’ı, Asya’yı ve gökyüzünü aydınlatırken, birkaç adım sonrasında mezbeleye dönmüş evlerin dizildiği ve bir dere yatağı gibi taşlarla kaplı çıkmaz sokakların kasvetli karanlığı görülür, taze ve gölgeli bir yeşillikten güneşte parlayan boğucu bir toz bulutuna, rengârenk ve gürültülü kavşaklardan insan sesinin asla duyulamayacağı oyuklara, hayallerimizi süsleyen ilahi Doğu’dan, hayal bile edilemeyecek kadar kirli, yakışıksız bir başka Doğu’ya kadar her şey burada karşınıza çıkabilir. Birkaç saatinizi burada geçirdikten sonra aklınız başınızdan gider. Eğer biri bize hiç beklemediğimiz bir anda İstanbul’u anlat derse, kafamızdaki düşünce fırtınasını dindirebilmek için elimizi alnımıza koymadan ona bir cevap veremeyiz. İstanbul Babil’dir, başka bir âlemdir, bir kaostur. Güzel midir? Harikuladedir! Çirkin midir? Tüyler ürpertici derecede hem de! Sevdiniz mi? Hem de nasıl, insanın aklını başından alır. Orada kalır mısınız? Kim bilir! Bir yıldızda yaşayıp yaşayamayacağını kim söyleyebilir ki? Kim buraya gelirse, evine heyecanlı, aklını başına toplamış, çok sevmiş, tiksinmiş, şaşırmış, hayrete düşmüş ve yavaş yavaş büyük bir bezginliğe dönüşen ve beyninde bir damar tıkanmış gibi karışıklık yaratan bir zihin bozukluğuyla döner. Burada çok hızlı yaşamış ve yaşlanmış gibi.
Pera’da Bir Sokak
Peki, bu canavar şehrin ahalisi nasıldır?
KÖPRÜ
İstanbul ahalisini yakından görebilmek için, Valide Sultan Cami’nin karşısında yer alan ve Galata’nın başından Haliç’in karşı kıyılarına kadar uzanan, dubaların üzerine oturmuş, çeyrek mil uzunluğundaki köprüye gitmek gerekir. Her iki kıyı da Rumeli yakasındadır ancak yine de köprünün Avrupa’yı Asya’ya bağladığı söylenebilir, çünkü bu topraklar Avrupa’da olsa da burayı çevreleyen Hristiyan mahallelerinin bile huyu suyu Asyalıdır. Nehir görünümündeki Altınboynuz iki dünyayı bir okyanus gibi birbirinden ayırır. Avrupa’da olup bitenlerin haberi Galata ve Pera sokaklarında hararetle ve tüm detayları ile tartışılırken diğer kıyıya ise uzaktan yansıyan bir eko gibi karışık ve eksik ulaşır. Batı’nın en önemli insanlarının ve olaylarının şöhreti sanki aşılamaz bir sınırı varmış gibi bir parça suyun ötesine geçemez ve günde beş yüz insanın geçtiği bu köprüden, on yılda bir fikir bile geçmez.
Eğer köprüde öylece durursanız bir saat içinde tüm İstanbul önünüzden geçer gider. Güneşin doğuşundan batışına kadar hiç durmadan birbiriyle karşılaşan ve birbirine karışan bitmez tükenmez bir insan selidir bu, öyle ki buradaki manzara Hindistan çarşıları, Nijniy Novgorod festivalleri ve Pekin bayramlarında bile yoktur.
Galata Köprüsü
Bir şeyi net görebilmek için köprünün belli bir kısmına gözleri dikip hep aynı yere bakmak gerekir, eğer gözleriniz orada burada dolaşırsa görüntü bulanıklaşır ve kafanız karışır. Mütemadiyen akan kalabalık her biri bir grubu temsil eden rengârenk koca dalgalar hâlinde geçer gider. Tipleriyle, kılık kıyafetleriyle, sosyal sınıflarıyla bu insanları zihninizde canlandırsanız da on dakikada ve yirmi adımda geçip giden insan kalabalığının masalsı karmaşası hakkında bir fikre sahip olamazsınız. Sırtlarındaki ağırlığın iki büklüm ettiği koşar adım yanımızdan geçip giden Türk hamalların yarattığı kalabalığın arkasından, Ermeni bir hanımefendinin dışarıdaki insanları dikizlediği fil dişi ve sedefli bir tahtırevan geçer ve bir tarafta beyaz pelerinine sarılmış bir bedevi bir tarafta açık mavi kaftanı ve müslini ile sarıklı bir ihtiyar Türk ve tam yanlarında; atıyla ve peşinde işlemeli ceket giymiş yaveriyle geçen genç bir Rum, onların önünde ise sırma ceketli vardacının arkasından gelen Avrupalı bir sefirin arabasına yol açmak için kenara çekilen külahlı ve deve kılı kaftanlı bir derviş vardır. Tüm bunlar sanki görünmez, yalnızca belirip sonra yok oluverir. Daha arkaya dönmeden, kendinizi astragan kalpaklı Acemlerin ortasında bulursunuz, onları geçince iki yandan yırtmaçlı, uzun, sarı elbisesiyle bir Yahudi, saçı başı dağılmış, sırtına bağladığı bez parçası ile bebeğini taşıyan bir çingene, elinde sopası ve dua kitabı ile Katolik bir papaz, Ermeni, Türk ve Rumlardan oluşan karışık bir kalabalığın ortasında “Açılın!” diye bağıran, çiçek ve kuş desenleri ile boyanmış, içinde beyaz başörtülü ve morlu, yeşilli feraceler giyinmiş harem cariyelerinin bulunduğu faytonu süren dev bir harem ağası, daha arkada Pera hastanelerinden birinde görevli bir rahibe, onu takip eden yanında maymunuyla Afrikalı bir köle ve hikâyeler anlatan falcı kılıklı biri karşınıza çıkıverir.
Galata Köprüsü Üstü
Bu şehrin doğal hâlidir, yalnızca buraya ilk defa gelen biri için tuhaf görünür çünkü birbirinden bu kadar farklı insan yan yana geçerken, tıpkı Londra’dakiler gibi kimse durup da birbirinin yüzüne bakmaz, herkes aceleyle birbirinin önünden geçip gider ve bu yüz tane yüz içinde bir tanesini bile gülerken göremezsiniz. Beyaz iç etekli ve kemerine asılı tabancası ile bir Arnavut, koyun derisinden bir kıyafet giymiş Tatar’ın yanından geçer, debdebeli eşeğine binen Türk yanında