Ah, o boğucu öğleden sonrasının, o olağanüstü gecenin tek bir saniyesini bile unutmaktan korkmuyorum; hafızamda o anlara varan yola adım adım geri dönmek için ne bir işarete ne de bir kılavuza ihtiyacım var. Gün ortasında veya geceleyin, bir uyurgezer gibi, istediğim zaman o yere geri dönebiliyorum ve her bir ayrıntıyı zayıf hafızanın değil, sadece yüreğin bildiği bir sağduyuyla görebiliyorum.
Aslında bu kâğıda ilkbahar yeşilliğine bürünen doğanın her bir yaprağının konturlarını da çizebilirim; şimdi sonbaharda bile kestane çiçeklerinin yumuşak, tozlu dumanını hissedebiliyorum; yani o saatleri bir kez daha tarif ediyorsam, bunu onları kaybetme korkusuyla değil, onlara tekrar kavuşma sevinciyle yapıyorum.
Ve şimdi o gece olanları sırasıyla hayalimde yeniden canlandırmak istediğimde, düzeni bozmamak için kendime hâkim olmak zorundayım; çünkü daha ayrıntıları düşünmeye başlar başlamaz tüm duyularımla kendimden geçer gibi oluyor, bir tür sarhoşluğa kapılıyorum ve o rengârenk sarhoşluğun içinde, yaşadıklarımın birbirlerine karışıp yitmemesi için hafızamdaki görüntüleri tasnif etmek zorunda kalıyorum.
Kendime öğleyin bir fayton kiraladığım o günde, 7 Haziran 1913’te yaşadığım o macerayı hâlâ ateşli bir tutkuyla yaşıyorum…
Fakat bir kez daha hissediyorum ki, bir ara vermeliyim; çünkü tek bir kelimenin bile iki veya çok anlamlı olabileceğini fark edip korkuyorum.
Şimdi, ilk kez birbirine bağlantılı şekilde bir şeyler anlatmaya kalktığımda, hâlâ canlı olan bir şeyi toparlanmış bir hâle getirmenin ne kadar zor olduğunu fark ediyorum.
Az önce “ben” diye yazdım ve 7 Haziran 1913’ün öğle saatlerinde bir fayton kiraladığımı söyledim.
Ancak bu kelimede bile şimdiden bir belirsizlik var; zira üzerinden henüz dört ay geçmiş olmasına rağmen ben epeydir o 7 Haziran günündeki “ben” değilim artık; hâlâ o zamanki “ben”in evinde, onun yazı masasında oturuyor ve onun kalemiyle ve kendi eliyle yazıyor olmama rağmen.
O zamanki insandan, tam da bu olay nedeniyle tamamen koptum; artık ona dışarıdan, tamamen yabancı ve soğuk bir tavırla bakıyorum. Onu, hakkında çok ve önemli şeyler bildiğim, ama yine de kesinlikle ben olmayan bir oyun arkadaşı, bir yoldaş, bir dost olarak tarif edebilirim. Bir zamanlar bana ait olduğunu hiçbir şekilde hissetmeden, onun hakkında konuşabilir, onu azarlayabilir veya yargılayabilirim.
O zamanlar benim olduğum insan, iç ve dış görünümü bakımından ait olduğu toplumsal sınıfın, yani biz Viyanalıların, özellikle gururlanmadan, olağan bir durumu ifade edercesine “yüksek tabaka” diye adlandırdığımız sınıfın çoğu üyesinden pek farklı değildi.
Otuz altı yaşıma girmiştim. Annemle babam erkenden, reşit olmama az kala ölmüş, para kazanma ve kariyer kavramlarını benim için tamamen gereksiz hâle getirecek kadar yüklü bir servet bırakmışlardı bana. Böylelikle, beni o zamanlar çok endişelendirmiş olan karar verme baskısı beklenmedik bir biçimde üstümden kalkmış oldu.
O sıralarda üniversite eğitimimi tamamlamış ve gelecekteki mesleğimle ilgili bir seçim yapma noktasına gelmiştim. Bu seçim, aile ilişkilerimiz sayesinde ve benim meslekte sakin bir yükseliş ve maneviyata dönük bir hayat yaşamak isteğime bakıldığında, bir devlet hizmetinden yana olacak gibiydi; ama tek vâris olarak bana kalan bu miras, hiç çalışmadan yaşayacağım bir bağımsızlığı, hem de isteklerimi geniş bir yelpazede, hatta lükse varan ölçülerde gerçekleştirecek biçimde garantilemişti.
Hiçbir zaman hırslı biri olmamıştım zaten. Ben de önce birkaç sene, yaşamı karşıdan seyretmeye ve kendime bir etkinlik alanı seçme çekimini hissedene kadar beklemeye karar verdim.
Fakat seyretmenin ve beklemenin ötesine geçemedim; çünkü olağan dışı tutkularım yoktu ve isteklerimin dar çerçevesinde her şeyi elde ediyordum. Zarif ve haz dolu Viyana şehri; başka hiçbir yerde mümkün olmayacak biçimde gezintilere çıkmayı, hiçbir şey yapmadan seyretmeyi ve şık giyinmeyi neredeyse bir sanata, bir yaşam amacı hâline getirdiğinden, bana gerçek bir uğraş edinme niyetimi tümüyle unutturmuştu.
Şık, asil, varlıklı, yakışıklı ve üstelik herhangi bir hırsı olmayan genç bir erkek olarak her isteğim oluyordu; ava çıkmanın ve kumar oyunlarının tehlikesiz heyecanı, gezintilerin ve yolculukların getirdiği sürekli yenilenme hâli de vardı içimde ve ben, çok geçmeden, keyifli geçen hayatımı daha bilinçli bir itina ve sanata eğilimle genişletmeye başladım.
Nadide bardaklar toplamamın sebebi içimden gelen tutkudan ziyade, rahat bir meşgaleyle, bir bütünlük sağlamaktan ve bilgi edinmekten duyduğum sevinçti; evimi özel bir tarzdaki İtalyan barok gravürleri ve Canaletto2 stili manzara resimleri ile süsledim; bunları antikacılardan toplamak veya müzayedelerde ele geçirmek, avlanmaya benzeyen, ama tehlikeden uzak bir heyecan yaşatıyordu bana. İlgi duyarak ve her zaman zevkle yaptığım bazı şeyler vardı; iyi müzik olan yerlerde ve ressamlarımızın atölyelerinde olmadığım zamanlar nadirdi.
Kadınlar konusunda da başarısız olduğum söylenemezdi. Bir şekilde iç dünyamdaki boşluğa işaret eden gizli bir biriktirme tutkusuyla bu konuda da pek çok anmaya değer ve kıymetli maceralar biriktirdim; hatta sıradan bir keyif insanından, bilinçli bir uzmana dönüştüm.
Genel olarak günümü hoş bir şekilde dolduran ve zengin bir varoluş duygusu veren çok şey yaşadım. Hem hareketli yaşanan hem de hiçbir üzüntüye yer vermeyen ve gençliğe özgü, rahat ve hoş olan bu atmosferi giderek daha fazla sevmeye başladım. Yeni hiçbir şey istemiyor gibiydim; çünkü dinginlik içinde geçen günlerimde en ufak şeyler dahi gerçek mutluluğa dönüşebiliyordu.
Zevkle seçilmiş bir kravat bile beni neşelendiriyor, güzel bir kitap, bir araba gezintisi veya bir kadınla birlikte geçen bir saat beni çok mutlu edebiliyordu. Özellikle, varlığımın hiçbir biçimde, kusursuz dikilmiş bir İngiliz takım elbisesi gibi, toplum içinde göze batmaması çok hoşuma gidiyordu.
Zannedersem hoş bir insan olarak algılanıyordum; sevilen, birlikte vakit geçirmekten hoşlanılan biriydim. Beni tanıyanların çoğu da mutlu bir insan olduğumu söylüyordu.
Şu anda tekrar hatırlamaya çalıştığım, o zamanlar olduğum kişinin de kendisini başkalarının zannettiği gibi mutlu bir insan olarak kabul edip etmemiş olduğunu ise artık bilmiyorum; çünkü şimdi, söz konusu o maceradan sonra her duygu için çok daha dolu ve tatminkâr bir anlam beklediğimden, geçmişe dönük her türlü değerlendirme bana imkânsız gibi görünüyor.
Ancak tüm arzularımın neredeyse hiç karşılıksız kalmadığı ve hayattan beklediklerimin sürekli yerine geldiği o zamanlar, kendimi hiç mutsuz hissetmediğimi kesinlikle söyleyebilirim.
Fakat bu durum, yani kaderin tüm isteklerimi yerine getirmesinin ve benim de bunun ötesinde hiçbir şey talep etmeyişimin bir alışkanlık hâline gelmesi, hayatımda gitgide bir heyecan eksikliğine ve cansızlaşmaya yol açtı.
O dönemde bazı yarı farkındalık anlarında bilincine tam varmadan içimde özlemini çektiğim şey, aslında arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu; daha güçlü, daha bağımsız, daha tutkulu, daha doyumsuz istek duyma, daha yoğun yaşama, belki de acı çekme ihtiyacıydı.
Oldukça akil bir yöntemle hayatımdaki tüm zorlukları yok etmiştim; fakat bu zorlukların yokluğu canlılığımı söndürüyordu.
İsteklerimin gittikçe azalıp zayıfladığını, duygularımın da donuklaştığını görüyordum. Belki de en iyisi