19. yüzyılın “ellileri”, “altmışları” ve “yetmişleri”, materyalizmin revaçta olduğu yıllar olarak tanımlanabilir. Zihinsel ve spiritüel fenomenlerin salt mekanik işlemler temelinde açıklanması, o dönemde gerçekten olağanüstü bir etki yaratmıştı. Maddeciler kendilerini, spiritüel bir dünya görüşünü benimseyenlerin karşısında zafer kazanmış sayıyorlardı. İşe bilimsel araştırmalarla başlamamış olanlar da onların saflarına katılmıştı. Buechner, Vogt, Moleschott ve diğerleri hâlâ salt bilimsel ilkelere dayanırken, David Friedrich Strauss, Alten und Neuen Glauben (Eski ve Yeni İnançlar, 1872) adlı eserinde kendi teolojik ve felsefi düşüncelerinden hareketle yeni bir inanç sistemi için temeller elde etmeye çalıştı. Yıllar önce, Leben Jesu (İsa’nın Yaşamı) ile düşünce hayatına zaten sansasyon yaratacak biçimde girmişti. Döneminin bütün teolojik ve felsefi kültürü ile donanmış görünüyordu. Şimdi cesurca, insan dâhil, evrendeki fenomenlerin, maddeci açıklamasının yeni bir öğreti, yeni bir ahlaki anlayış ve varoluş biçimi için temel oluşturması gerektiğini söylüyordu. İnsan soyunun tamamen hayvan atalara dayanması yeni bir dogma olmuş gibi görünüyordu ve bilimsel felsefecilerin gözünde, insanlığın manevi/ruhsal kökenli olmasına dair tüm inançlar, insanın çocukluğundan başlayan çağdışı bir hurafeye dayandırılıyordu ki, insan kendini bununla daha fazla rahatsız etmemeliydi.
Kültür tarihçileri, yeni bilime dayananların yardımına koşarak, vahşi kabilelerin gelenek ve fikirlerini, inceleme konusu yaptılar. İlkel kültürlerin izleri, ki bunlar tıpkı tarihöncesi hayvanların kemikleri ve kaybolan bitkilerin izlerinde olduğu gibi, gömüldükleri yerlerden çıkarılmıştı. Bunlar, yeryüzünde ilk görüldüğünde insanın en yüksek seviyedeki hayvandan sadece derecelerle farklılaştığı ve günümüzdeki zihinsel ve manevi yetkinliğine saf ve basit bir hayvan düzeyinden ulaştığı olgusuna kanıt olarak gösteriliyordu. Bu maddeci yapıda her şeyin doğru göründüğü bir dönem gelmişti. İnsanlar, dönemin düşüncelerinin uyguladığı bir tür baskı altında, tıpkı şu inançlı maddeci gibi düşünüyordu: “Titiz bilimsel inceleme beni, her şeyi sakince kabul ettiğim, kaçınılmaz olana sabırla katlandığım ve insanlığın sefaletinin giderek azaltılmasına yardım ettiğim bir noktaya getirdi. Saf bir zihnin olağanüstü formüllerde aradığı büyüleyici tesellilerden kolaylıkla vazgeçebilirim, çünkü benim hayal gücüm en güzel uyarıyı edebiyat ve sanatta buluyor. Bir piyesi sahnede izlediğimde ya da bilim insanlarının yönlendirmesiyle diğer yıldızlara yolculuk yaptığımda, tarihöncesi manzaralarda gezintiye çıktığımda, dağların zirvesinde doğanın haşmetine hayran kaldığımda ya da insanın sanatını tonlarda ve renklerde saygıyla izlediğimde, yeterince yücelmez miyim? O zaman mantığımla çelişen bir şeye hâlâ ihtiyacım olur mu? Dindarların birçoğunu ürküten ölüm korkusu, bana tamamen yabancıdır. Bedenimin çürümesinden sonra artık var olmayacağımı bilirim, tıpkı doğumumdan önce yaşadığım gibi. Araf ve cehennem kaygıları benim için mevcut değildir. Doğanın sınırsız hükümdarlığına geri dönüyorum, ki o bütün çocuklarını sevgiyle kucaklar. Yaşamım boşuna değildi. Sahip olduğum gücü iyi bir biçimde kullandım. Her şeyin daha iyi ve daha güzel olacağına dair kesin inancımla yeryüzünden ayrılıyorum.” Vom Glauben zum Wissen. Ein lehrreicher Entwickelungsgang Getreıı nach dem Leben Geschildert von Kuno Freidank (Kuno Freidank; İnançtan Bilime: Yaşama İnançlı bir Biçimde Sadık Kalarak Betimlenen, Bilgilendirici Bir Gelişim Süreci). Yukarıda belirtilen dönemin maddeci dünya görüşünün temsilcilerini etkileyen zorlayıcı düşüncelere hâlâ tâbi olan birçok insan, günümüzde de yine bu şekilde düşünür.
Buna karşın, kendilerini bilimsel düşüncenin doruklarında tutmaya çalışan insanlar, başka düşüncelere ulaştılar. Leipzig’de düzenlenen Bilim İnsanları Kongresi’nde (1876) tanınmış bir bilim insanı tarafından bilimsel materyalizme yöneltilen ilk eleştiri ünlüdür. O sırada, Du Bois-Reymond, “Ignorabimus Söylevini” gerçekleştirdi. Bilimsel materyalizmin, aslında, en ufak madde parçacıklarının hareketlerini ortaya koymaktan başka hiçbir şey yapamadığını kanıtlamaya çalıştı ve bunu yapabildiği için de tatmin olması gerektiğini bildirdi. Bunu göstermenin yanında bilimsel materyalizmin, zihinsel ve manevi süreçlerin açıklanmasına kesinlikle bir katkı sağlamadığını da vurguladı. Du Bois-Reymond’un bu açıklamalarına karşı insan istediği tutumu benimseyebilir, fakat şu oldukça açıktır: Bunlar dünyanın maddeci bir yorumunun yadsınmasını temsil ediyordu. Bunlar, bir bilim insanı olarak kişinin bu yoruma olan güvenini nasıl kaybedebileceğini gösteriyordu.
Böylece, dünyanın maddeci yorumu, ruhun yaşamı söz konusu olduğunda kendisini çaresiz ilan eden bir aşamaya girdi. Agnostisizim çerçevesinde kendi “cehaletini” kabul etti. “Bilimsel” kalma ve diğer bilgi kaynaklarına başvurmama niyetini bildirdiği doğrudur, fakat öte yanda, kendi araçlarıyla daha yüce bir dünya görüşüne yükselmeyi istememişti. Kısa bir süre önce, bir bilim insanı olan Raoul Francé, daha yüce bir dünya görüşü için bilimsel sonuçların yetersizliğini kapsamlı bir biçimde ortaya koydu. Bu, bir başka fırsatta yeniden başvurmak isteyebileceğimiz bir çalışmadır.
Maddi fenomenlerin sorgulanmasına dayanan manevi bilimlerin kurulması girişiminin olanaksızlığını gösteren olgular günümüzde giderek artmakta. Bilim; hipnotizma, telkin, uyurgezerlik gibi psişik yaşama dair bazı “anormal” fenomenleri incelemek zorunda kalmıştı. Bu fenomenlerin ışığında, maddeci bir görüşün gerçekten düşünen bir insan için tamamen yetersiz olduğu ortaya çıktı. Karşılaşılan olgular yeni değildi. Bunlar zaten daha erken dönemlerde ve 19. yüzyılın başına dek incelenen fenomenlerdi. Fakat bunlar maddeci akım döneminde sadece uygunsuz oldukları için bir kenara bırakılmıştı.
Buna bir başka şey daha eklenmişti. Bilim insanlarının hayvan türlerinin ve dolayısıyla insanın kökeni ile ilgili açıklamalarında bile nasıl zayıf bir temele dayandıkları giderek daha fazla açığa çıkıyordu. Bir süre için, “adaptasyon” ve “hayatta kalma mücadelesi” gibi fikirler, türlerin kökeninin açıklanmasında belirli bir ilgi uyandırmıştı. Ancak insan, bunların peşinden gitmenin hayallerle uğraşmak olduğunu öğrenmişti. Weissmann’ın liderliğinde bir okul kurulmuştu ki, bu, bir organizmanın çevreye uyum sayesinde elde ettiği özelliklerin kalıtım yoluyla aktarılabileceğini ve bu şekilde organizmaların dönüşümünün gerçekleşebileceğini yadsımıştı. Dolayısıyla her şey “hayatta kalma mücadelesi’’ne atfedildi ve “doğal seçmenin gücü”nden söz edildi. Bu görüşe tamamıyla zıt bir görüş ise, tartışmasız olgulara dayanarak, “hayatta kalma mücadelesi”nin, mevcut olmadığı vakalarda bile gündeme getirildiğini ortaya koyan kişiler tarafından sunulmuştu. Hiçbir şeyin bununla açıklanamayacağını göstermek istemişler, “doğal seçmenin güçsüzlüğü”nü ifade etmişlerdi. Ayrıca, son yıllarda de Vries, bir ömürden diğerine