Bir süre sonra oyun bitti. Aletin odaya bakan yüzeyi yeniden bembeyazdı.
İzlediği bambaşka bir dünyaydı. Ahlaksız, zevk düşkünü, enerjik, kurnaz… Ciddi ekonomik sorunlar vardı ve toplumsal çatışmalar yaşanıyordu. Diyaloglarda geçen bazı imaları tam olarak anlayamamıştı. Yeni ahlaki değerlerin, yeni bir aydınlanma anlayışının ortaya çıktığı belliydi. Şehir yollarıyla olan ilk tanışmasında, mavi keten elbiseler giyen insanlar hemen dikkatini çekmişti. Oyunda da aynı şekilde giyinen bir sürü insan vardı. Şüphesiz ki hikâye çağdaş bir eserdi. İzlediği bütün ayrıntılar hikâyenin bu dönemin insanlarını konu aldığını ortaya koyuyordu. Çarpıcı bir gerçekçilikle yazılmıştı. Finalde ise hikâye bir trajediye dönüşüyordu. Hikâyenin bu kısmı Graham’in canını sıkmıştı. Bir süre hareketsiz kaldı.
Gözlerini ovuşturdu. Geç saatlere kadar yeni uğraşı ile meşgul olmuştu. Tanık olduğu sahneler bir türlü aklından çıkmıyordu. Yerinden kalktı. İşte yeniden kendi harikalar dünyasındaydı. Oyunun etkileri yavaş yavaş kayboluyordu. Sokak çatışmaları, ne idüğü belirsiz konsey ve uyandıktan sonra yaşadıklarına dair rahatsız edici anılar, zihninde canlanmaya başlamıştı. İnsanlar bu konseyi evrensel bir güç merkezi olarak görüyorlardı. Ve Uykucu… Sürekli Uykucu’dan bahsediyorlardı. İlk başlarda her konuşmada adı geçen bu Uykucu’nun kendisi olup olmadığından emin olamamıştı. Konuşulanları kafasında bir araya getirmeye çalıştı. Anlaması gereken ne çok şey vardı.
Yatak odasına gitti. Havalandırma boşluğundan yukarı baktı. Fanın dönüşü sırasında makine gürültüsüne benzeyen belli belirsiz ritmik sesler çıkıyordu. Odası sürekli aydınlatıldığından, gece ile gündüzü ayırt etmesine imkân yoktu. Yine de havalandırma aralığından gökyüzünün koyu mavi olduğunu fark edebiliyordu. Yıldızları bile görebiliyordu.
Odayı incelemeye devam etti. Anlaşılan kapıyı açmanın hiçbir yolu yoktu. Yardım zili ya da birilerini çağırabileceği başka bir araç da bulamadı. Sorularına yanıt alamamıştı. Merak içerisinde kıvranıyordu. Huzursuzluğu sağlıklı düşünmesine engel oluyordu. Kendisini nasıl olup da bir anda tüm bu garipliklerin ortasında bulduğunu anlamaya çalıştı. Şüphesiz ki sabırlı olması gerekiyordu. Birileri gelene kadar beklemekten başka yapacak bir şeyi yoktu. Yine de bilgiye olan susuzluğu giderek artıyor, kendini frenlemekte zorlanıyordu.
Yeniden aletin yanına gitti. Sonunda silindirleri nasıl takıp çıkaracağını bulmuştu. Aletin izlediği oyunlarda kullanılan dili izleyicinin tercihine göre düzenliyor olabileceğini düşündü. Belki de bu yüzden kendi döneminden iki yüzyıl sonrasına ait konuşmaları kolaylıkla anlayabiliyordu. Yeni bir silindir taktı alete. Bu bir müzikaldi. Başlarda gayet güzel geldi. Ne var ki duygusallığın dozu giderek arttı. Aklına izlediğinin Tanhauser’ın8 yeni versiyonu olabileceği fikri geldi. Müzik yabancı olsa da, senaryonun orijinal metnin modern bir uyarlaması olduğu anlaşılıyordu. Müzikalin güncel versiyonunda Tanhauser, Venusberg’e9 değil, zevk şehrine gidiyordu. İyi de bu zevk şehri neyin nesiydi? Şehvet dolu bir yazarın hayal gücünün ürünü olmalıydı bütün bunlar…
İlgisi giderek artıyordu. Meraklanmıştı. Ne var ki başından beri oyuna hâkim olan duygusallık rahatsız edici bir düzeye varmıştı. Graham’in hoşuna gitmedi bu durum.
İşin tadı kaçmıştı. Ortada ne güçlü bir betimleme vardı, ne de ustalıkla işlenen idealler… Her şey apaçıktı. Ve hatta çırılçıplak! 22. yy’ın Venusberg’i ile daha fazla vakit kaybetmek istemiyordu. Müzikalin bu bölümünün 19. yy versiyonunda nasıl olduğunu düşündü. Bütün çabasına rağmen anımsayamadı. Öfkelendi. Yerinden kalktı. Bu şeyi izlemiş olduğu için kendinden utanıyordu. Aleti ileri itti. Kapatmaya çalışıyordu. Hareketleri haddinden fazla sertti. Bir kıvılcım çıktı ve kolu sarsıldı. Biraz canı yanmıştı ama neyse ki sonunda kapanmıştı bu şey. Ertesi gün Tanhauser silindirinin yerine bir başkasını koymak istediğinde aletin artık çalışmadığını fark etti.
Odanın içinde aşağı yukarı yürüyüp duruyordu. Yaşadıklarının üzerinde bıraktığı etkiler son derece rahatsız ediciydi. Bunlarla mücadele etmeye çalışıyordu. İzlediği ve tanık olduğu şeyler kafasını allak bullak etmişti. Otuz yıllık hayatının hiçbir döneminde böyle bir geleceğin hayalini kurmamıştı. “Gelecek ellerimizdeydi. Onu biz hazırlıyorduk,” diye düşündü. “Hiçbirimiz gelecekle ilgili en ufak bir endişe duymadık. Ve işte şimdi…”
“Neler yapmak zorunda kaldılar? Neler yaşandı? Ve ben, nasıl oldu da bütün bunların ortasına düştüm?” Sokakların ve evlerin muazzam büyüklüğü anlaşılabilirdi. Ne de olsa çok fazla insan yaşıyordu burada. Peki ya sokak çatışmaları? Ya da zengin sınıfın şehvet düşkünlüğü?
Bellamy’yi10 düşündü. Yazdığı sosyalist ütopyanın başkahramanı, garip bir biçimde benzer bir deneyim yaşamıştı. Ne var ki Graham’in istemeden içine düştüğü bu dünyada herhangi bir ütopyanın gerçekleşmiş olduğundan bahsetmek mümkün değildi. Sosyalist toplum düzeni kurulmamıştı. Bir tarafta lüks, israf ve şehvet düşkünlüğü, diğer tarafta ise berbat bir yoksulluk… Toplumsal düzen bundan ibaretti. Bu kadim çelişki bu kadar zaman sonra bile varlığını koruyordu. Sadece devasa binalar ve sokaklardaki huzursuz kalabalık değil, yollardan gelen sesler, Howard’ın endişeli hali ve her yeri kuşatan boğucu hava da giderek artan hoşnutsuzluğu bütün açıklığıyla ortaya koyuyordu. Acaba hangi ülkedeydi şimdi? İngiltere gibi görünüyordu, gerçekten öyle miydi? Dünyanın geri kalanını düşündü. Oralarda ne oluyordu acaba. Her şey gibi bu da çözülmesi imkânsız görünen bir bilmeceydi onun için.
Odada dolaşmaya devam etti. Kafese kapatılmış bir hayvanın içgüdüleriyle etrafındaki her şeyi tanımaya çalışıyordu. Kendisini çok yorgun hissetti. Havalandırmanın altına gelip uzunca bir süre kıpırdamadan durdu. Şehirdeki kargaşa devam ediyor olmalıydı. Küçük de olsa bir ses duyabilseydi keşke!
Kendi kendine konuşmaya başladı. “İki yüz üç sene!” Birkaç kez tekrarladı. Güldü, “Demek ki ben tam iki yüz otuz üç yaşındayım. Gelmiş geçmiş en yaşlı insan! Eh, zamanın akışını tersine çevirip eski adetlere dönecek halleri yoktu ya… Boş yere homurdanıp duruyorum ben. Sanki benim çağım çok matah bir şeydi, Bulgar Katliamı’nı11 daha dün olmuş gibi hatırlıyorum.” Kahkaha attı. Sebepsiz yere gülüyor olması önce garip geldi. Sonra tekrar bastı kahkahayı. Üstelik bu sefer bilinçli bir şekilde ve daha yüksek bir sesle gülmüştü. Derken hareketlerindeki garipliğin farkına vardı. “Sakin!” dedi. “Sakin ol. Kendine gel.”
Daha dengeli bir şekilde yürüyordu şimdi. “Bu yeni dünya…” diye mırıldandı. “Anlayamıyorum. Neden? Tüm bu şeyleri anlayamıyorum.”
“Eminim ki uçmayı da başarmışlardır. Ve daha bir sürü şeyi. Dur bir dakika. Tüm bunların nasıl başladığını bir düşünelim. İlk ne olmuştu…”
Hayatının ilk otuz yılına ait anılar çok bulanıktı. İlk başta bu durum ona çok garip geldi. Bölük pörçük şeyler vardı aklında. Genellikle de önemsiz şeyleri hatırlıyordu. Daha önce hiç önem vermediği şeyleri… Çocukluğu daha netti. Okul kitapları ve ölçüm dersleri geldi aklına. Derken diğer anıları canlanmaya başladı. Epey zaman önce kaybettiği karısı gözünün önüne geldi. Onunla birlikte diğer şeyleri de hatırladı. Rakiplerini, dostlarını, ona