Asıl ününü Servet-i Fünun’da tefrika edilen Eylül adlı romanıyla yaptı. 1946’da basılan bu roman, Türk edebiyatındaki ilk psikolojik romandır. Eylül’den sonraki en güçlü romanı, Karanfil ve Yasemin’dir. Ancak oldukça başarılı bir roman olmasına rağmen hak ettiği değeri bulamamıştır.
Mehmet Rauf, macera romanlarına özenerek Denaet veya Gaskonya Korsanları adlı uzun bir hikâye kaleme almış, ancak bu eseri de yayımlanmamıştır. Bunun yanında Define ve Kan Damlası adlı iki polisiye eser yazmış ve geleneksel polisiye romanın tüm özelliklerini kullanarak polisiye eserde de oldukça başarılı olmuştur.
EYLÜL ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
“Bu eser bizde ruh tahlilinde en ziyâde ince ve derin görüşlerle dolu psikolojik roman nevinin ilk nümûnesidir.”
Servet-i Fünun Dönemi eseri olan “Eylül” Türk Edebiyatı’nın ilk psikolojik romanı olarak kabul edilir. Bu eser üzerine sayfalar dolusu yazılabilir ancak burada, önemli olan birkaç noktayı ve eseri yayına hazırlarken nelere dikkat ettiğimi belirtmek istiyorum.
Eylül, ilk kez 25 Mayıs 1900 – 1 Mart 1901 yılları arasında Servet-i Fünun Dergisinde yayımlanmış, ardından da kitap olarak basılmıştır. Kurgusu aşk üzerinedir. Bu, hem yasak hem de yüceltilen bir aşktır. Maddî unsurlardan uzak olan, sadece bir bakış ya da bir gülümsemenin büyük mutluluklar sağladığı bir aşktır.
Roman, ilkbaharda başlar ve kış mevsiminde biter. Bu anlamda mevsimler, doğum ve ölüm, aşkın filizlenmesi ve soluşu arasında bir ilişki vardır. Mehmet Rauf, bunu şöyle anlatmıştır: “İşte kış, her şeyi çürütüyor; her şey çürüyor, her şey… Evet, her şey çürüyor, her şey… İnsanlar çürümeyecekler mi?”
Romanın kişileri sınırlıdır. Bu durum da karakterlerin ruhsal ve zihinsel durumlarının uzun uzun anlatılmasına olanak sağlamıştır. Yasak olan bir aşkın ilk duyguları Suad ve Necib tarafından fark edildikten sonra yaşadıkları hezeyanlar, sevinçler, acılar, kıskançlıklar, aşkla ahlâk arasındaki mücadeleleri, uzun betimlemelerle anlatılmıştır. Doğadan yararlanılarak ve doğa olaylarıyla insan ruhu arasında ilişki kurularak yapılan bu betimlemelerde Farsça tamlamalara oldukça fazla yer verilmiştir. Bu tamlamaları, Türkçe karşılıklarıyla değiştirdim, anlamda bozulma meydana gelecekse bu durumu ve bugün karşılığı olmayan kelimeleri dipnotlarda açıkladım. Yirminci yüzyılın başlarında Türkçe’nin söz diziminde de farklılıklar vardı, her şeyle birlikte onda da değişimler, gelişimler oldu. Bu nedenle, söz dizimlerinde anlatım bozukluğu olarak değerlendirilecek anlam karmaşası varsa giderdim.
Yine Servet-i Fünun dönemindeki eserlerde, Batılı olarak görülmek istenen ve öyle anlatılan karakterlere ve bunların yaşam tarzlarına oldukça fazla yer verildiğinden Suad’la Necib arasında geçen konuşmalarda yer alan opera eserleri hakkında dipnotlarda açıklamalarda bulundum.
Okurun, Puslu Türk Klasikleri serisinde yer alacak bu edebi eseri keyifle okumasını dilerim.
Halid Ziya’ya…
İlk eserim son üstadıma…
1
Salondan, bahçedekilerin kahkahaları işitilebiliyordu.
Süreyya, canı sıkılanlara özgü bir tahammülsüzlükle, “Çılgın kız!” diye söylendi.
Balkona açılan büyük kapıdan parmaklığa dayanmış, dışarıya bakan karısı dönüp, “Fakat bu gece hava ne güzel!” dedi.
Bu nisan günü saat on birde1 başlayan yağmur dinmiş, yarım saat sonra nemli bir yeşilliğin üstünde altın incileriyle lâcivert bir gökyüzü titriyordu. Topraktan, ağaçlardan yayılan nemli esintide, dokunaklı bir etki vardı.
Genç kadın, pencerenin kenarına dayanarak bir iki uzun nefes aldı, her nefes aldıkça hayatı artıyormuş gibi oh çekiyordu. Sonra hâlâ sigarasının dumanlarına bulanmış, kıştan güçsüz düşmüş bir tepe gibi karanlık ve kederli duran Süreyya’ya doğru gelerek elinden tuttu, kaldırmak istedi, “Hava bu kadar güzelken burada somurtup oturmak, gezip eğlenenlere haksız yere kızmaktan daha mı iyidir? Haydi, biz de çıkalım…”
Süreyya’nın bu gece canı pek sıkılıyordu, “Adam bırak!” dedi. Babasına dargınlığını bütün köye yayıyordu; gezintiye çıkacakları zaman o kadar ısrar etmiş; fakat bu sefer de sahile bir yere gitmeye babasını razı edememişti. Büyükbabalarının vaktiyle gelip nasıl budala bir hesapla, şu taş ocağında yaptırdığı bu köşk onları, her sene başka yere gitmekten alıkoyuyordu. Bütün kış, o Boğaziçi’ni düşünürken yine koşup geldikleri şu çöplük, çocukluğundan beri yaşaya yaşaya usandığı bu ıssız çöl evi, çıkıp gezmekten onu alıkoyacak kadar bıktırmıştı. Babasına karşı bir şey yapamamasının intikamını almak isteyerek hırsını başkalarından çıkarıyor, buradaki hayata karşı çıkmak için her şey kendisine bir sebep oluyordu. Bunun için her günkü hayatında genellikle neşeli olan Süreyya, buraya taşındıkları on günden beri sisli, taşkın, hatta o kadar sevdiği karısı Suad’a karşı bile hiçbir sebep olmaksızın haksız davranıyordu.
Suad’ın, kendi kolunu tutan elini çekip yanı başına oturtarak ve kendisine dargın olmadığı için gülümsemek gerektiğini hatırlayarak kaçamak ve nursuz bir tebessümle:
“Şimdi hep çamur oluruz; toprak, toprak değil ki! Bir iki dakika yağmur yağdı mı cesaretin varsa yürü! Bastığın yerden ayağın, bir okka çamurla beraber kalkar…” dedi.
Genç kadın, beş senelik derin bir yakınlığın verdiği bakışın etkisiyle çok iyi fark ettiği bu neşesizliği yok etmeye yetemediğine üzülür gibi acıklı bir sesle sordu: “Pek sıkılıyorsun galiba?”
“Evet, sorma! Patlıyorum… Burası zaten yaşanılacak bir yer mi? Allah’ın kırı… Hele bu yemekten sonraki saatler! Sabahleyin yemeğe kadar, akşamüstü… Kısacası, her zaman insan boğuluyor. Herkes, böyle birer köşede eziliyor. Kendimi bostan kuyusunda zannediyorum.”
Suad, kaşlarında endişeli bir kıvrımla, gözleri daha fazla karararak, kaç senedir bu aynı yerde, aynı hayatta, şikâyet için hiçbir neden görülmeden geçirilmiş mutlu günleri düşünerek susuyordu; bir ara, “Önceleri hiç böyle söylemiyordun,” demek istedi; fakat neye yarayacaktı? Ufak bir mazeret, sıradan bir sebeple geçiştirilmeyecek miydi?
“Bari sen git, oralarda kal, biraz eğlenirsin,” diyecek oluyordu; fakat beş senedir beraber bulunmaya, her şeyi beraber yapmaya o kadar alışmışlardı ki kocasına karşı kalbindeki derin bağlılığın etkisiyle fedakârlığa razı olup söylese bile onun, bunu fark ederek kırıldığını görerek daha rahatsız olacağını, yine yeminlerin başlayacağını, hiçbir şey değişmeyerek sadece görünüşte uğraşılmış olacağını düşünüyordu; çünkü asıl kabahatin köşkte olmadığını hissediyordu. Kabahat, şu sebebini düşününce kalbini sızlatan can sıkıntısında; ne kadar aşk ve bağlılıkla geçerse geçsin, beş senelik hayatın yıprattığı kalplerde; bu kalplerin, insan kalbinin eskimeye olan yeteneğindeydi. Ve o kadın, o acı düşünceyle başını eğip susarken Süreyya söyleniyor, şikâyet ediyordu.
Belki