İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
BAŞLANGIÇ
Bu dünyada iki önemli olayın oyuncağıyız: doğum, ölüm… Nereden geldiğini bilmediğimiz bu pençelerden biri bizi bir tokatla hayata itiyor… Öteki, kedi yavrusu yumakla oynar gibi tundan tuna1 koşturduktan sonra çukura yuvarlıyor…
Hayretler içinde etrafımıza bakıyoruz. Neredeydik? Nereye çıktık? Ve nereye döneceğiz? Yüz yıl yaşayanlar bu muammaların uçlarını bir araya getiremiyorlar. Bu büyük soruların karşısında aksakal da kundak kadar cahil. Gerimizde ve önümüzde geçilmez iki sınır var: öncesizlik, sonrasızlık. Bu sınırda bilim ve düşünce duruyor. Beyin, topaç gibi dönerek bulamadığı, tanıyamadığı bir var sayılan kuvvetin büyüklüğü karşısında korku titremeleriyle secdeye yatıyor. Bu geliş gidiş nedir? Hiçliğin derinliğinde tertemiz iken niçin bu dünyadan günah işlemiş olarak dönüyoruz?
Bizi bu yarış meydanına çıkarana yaşayış ve ölümümüzle ne hizmet görmüş oluyoruz? Kimi eğlendirmek için bu ebedî sahnenin palyaçoluğunu yapıyoruz?
Biz yaratılmamış olsaydık onun varlığı ne ile belirlenmiş olacaktı? Ve hatta şimdiki varlığımız bu belirme için yeter midir? Allah yaptığı kanunlara kendi de bağlı mıdır? Bunları değiştiremezse onun vücudunu tasavvura ne gerek vardır? Yoksa o, dinlerin uydurdukları bir heyula mıdır?
Bilim, din hokkabazlıklarının hilelerini birer birer tutup yakaladı. Ama hocalar, papazlar bu güveli kitaplar üstüne eğilerek meydana vuran foyalarını onarmaya uğraşmaktan vazgeçmiyorlar. İnsanoğlu, karşısında bir aldananı bulunca yalan söylemekte çok cesurdur.
Hangi kuvvetin ürünleriyiz? Teşekkür veya yakınma için aradığımız kıbleyi ne yanda bulacağız? Kime ibadet edeceğiz? Yaradan’ın postuna, bu dünya bilgin ve bilimlerinin genel oylamalarıyla mutlak bir hükümdar geçirinceye kadar dinsizliğin karanlık fetreti içinde mi yaşayacağız?
Üzerimizde bizi yaratan hiçbir emek yoktur diye sevaba inanmayacağız, günahtan korkmayacağız. Çıkarlarımıza uygun gelince birbirimizin kanını mübah bilerek boğuşup gidecek miyiz?
Dinlerin ruh üzerine kurulmuş fırıldakları durunca ispritizmacılar2 ondan bir kol gibi ayrıldılar. Dinlerin, gözlere görünmez Ankalar gibi göklere uçurdukları ruhları berikiler masa başı yâranlığına indirmeyi başardılar. Belki yarın, öbür gün telefonla, radyoyla konuşmanın yolunu da bulurlar. Geçmişlerden istediklerinizin ruhlarını çağırabilirsiniz. Ve belki de göğün kaçıncı katında oturduklarının ayrıntılı bilgilerini yakında kılavuzlarda, rehberlerde okursunuz.
Siyasetçi, matematikçi, bilgin, filozof, tarihçi, hukukçu, hangi bilgi dalından isterseniz en ünlülerini çağırıp müşkülünüzü sorabilirsiniz, ücret yoktur. Çağırmalarda ne kahve isterler, ne çay… Ahiretle dünya arasında takırdayan bir masadan başka tercümana da gerek görülmez. Her ruh kendi bağlı olduğu ulusun diliyle konuşur. Ama olumlu olan şudur ki, şimdiye kadar dünya ile ilgili büyük müşküllerden hiçbirinin ruhlar aracılığıyla çözümlenmesinden yararlanılamamıştır.
Gerçekten ruhlar gelip de mi maddi olmayan parmaklarıyla bu masa telgrafını tıkırdatıyorlar? Dinlerin açığa vuran yalanlarından sonra ispritizmacıların bu ruh iddiaları da önünde irkileceğimiz çok su götürür bir meseledir. Dinlerin cennet, cehennem Allah’ını tahtından indiren bilim ve teknoloji elbette bir gün bu latifeci ruhların blöflerini de meydana çıkaracaktır.
Ruhlarla toplantı yapanların bu iddialarına karşı maddeci bilim adamlarının şimdilik dedikleri şudur: “Ölüp de beyninin dünya ile ilgili şeyleriyle yeniden dirilen yoktur. Bu iddialar zayıf kafalardan doğan düşünce fantomlarıdır.”3
Ya masaları tıkırdatanlar kimlerdir? İşte biz de bu şakacıları arayacağız. Haseplerini neseplerini keşfedemezsek de bu romanda kendileriyle teklifsizce görüşebileceğiz.
Bu doğa evreninde her şeyin ucu sonsuzluğa çıkan bir bilmece içindeyiz. Sınırsız bilinmeyenlerle çevrilmişiz. Bu vücutlarımızı, ruhlarımızı geçici olarak hapsetmek için örülmüş birer kafes midir? Bu ölmez sonsuzluk kuşu nerelerden gelerek mahbesine4 girdi? Ve tekrar uçunca nereye gidecek? Ölmez olan sonsuzdur da. Sonsuzluğa yaratılma anı düşünülemez. İspritizmacılar ruhu maddeden ayırıyorlar. Ama bu varsayılan şeyi o varlıkla o kadar kaynaşmış görüyoruz ki yağ bitince kandil sönüyor…
Kadavrayı mezara yatırdıktan sonra imbikten geçer gibi ondan çıkardıkları ruhla iki dünya arasında ekran çeviriyorlar. Ruh gözlere görünmez madde dışı bir unsur iken mezarda çürüdüğünü gördüğümüz cesetle yeniden ikisini birleştirerek akıl almaz türlü olaylar ortaya koyuyorlar. Tıpkı öteki dünya ile ilgili bir sinema… Bakıyorsunuz canlı, işitiyorsunuz dilli, dokunuyorsunuz bir şey yok…
Çevreme yığdığım ciltlerde idrake isyan ettiren öyle acayiplikler okudum ki ya yazanların çıldırdıklarına ya da okuma sırasında kendi aklımı bozduğuma inanacağım geldi.
Ortaya bilimsel, teknolojik öyle ünlü olay tanıkları çıkarıyorlar ki bu sayın kişilerin karşısında insan, “Baylar, öyle şey olmaz, yalan söylüyorsunuz!” demeye sıkılıyor.
Onlar, anlattıklarının inanç adına gerçek iddia ediyorlar. Ben beynimin bütün gözeneklerini hayallere açarak bir roman yazıyorum. Cüretlilikte yarışarak onları geçersem cesaretimin mazur görüleceği umudundayım.
Okudukları sürece bu sözümü hatırlamalarını okurlarımdan rica ederim. Bu roman fantastique’dir. En dürüst biçimiyle gerçek değildir. Zaten gerçeğin kesin şekli de bulunamayan muammalardandır.
I
VELİTTİN PAŞA AİLESİ
Validebağı eteğinde küçük bir ormancığın yeşil gölgesine gömülmüş büyük bir köşk… Karacaahmet’in geniş bir alanı karartan matemli servileriyle karşı karşıya… Koskocaman çatı, ama altında yaşayanlar bu sarayımsı konutun içinde kaybolan sekiz on kişilik bir aile halkı…
Velittin Paşa bu harap konakla birlikte varislerine geçinmelerinden fazla gelir bırakmış.
Mahinur Hanımefendi, iki oğlu Orhan’la Turhan… Kızı Leman ve daha akrabadan üç dört kişi ve kadın erkek birkaç hizmetçi ile sığındığı bu geniş bucakta hemen hemen münzevi bir hayat geçirmektedir.
Oğlanların büyüğü yirmi bir, küçüğü on sekiz; kız henüz on altı yaşında… Sosyeteden uzak büyütülmüş bu çocuklar biraz utangaç tabiatlı, çekingen, garip şeylere düşkün, biraz hülyalı, karanlık duygulu, maddi dünyada karamsar gözle bakarak bir çeşit doğaüstü hayatı arar gibiydiler. Bu hâllerinde kendilerini yaşlarından, eğlencelerinden uzak bırakan köşeye çekilmenin etkisi vardı.
Babalarının