Ulduz ile Konuşan Bebek
Akşam karanlığı çökmek üzereydi. Ulduz, sandık odasında oturmuş, bez bebeğini de karşısına almış, hafif bir sesle onunla konuşuyordu.
“… Doğrusunu istersen, sevgili bebek, şu dünyada senden başka hiç kimsem yok benim. Annemi mi diyeceksin? Onu hiç hatırlamıyorum bile. Komşularımızın dediklerine göre, epeyce zaman önce babam boşamış ve annemi köye, babasının evine göndermiş. Üvey annemi de hiç sevmiyorum. Evimize geldi geleli, babamı da elimden aldı. Ben bu evin içinde yapayalnızım. Dün ineğimi de kestiler. Benimle arası iyiydi aslında. Onunla konuşurdum, o da ellerimi yalar ve bana süt verirdi. Hele beni yanında görmesin, hiç kimsenin yaklaşıp da kendisini sağmasına izin vermezdi. Küçüklüğünden beri evimizde büyümüştü. Dünyaya gelirken annem yanındaymış ve kendisi büyütmüş onu… Bebek, ya bir şeyler söyle ya da çatlayacağım bak! Ha, evet, dün ineğimi kestiklerini anlatıyordum sana. Üvey annem aşeriyormuş, canı da benim ineğimin etinden yemek istemiş. Şimdi, kız kardeşiyle birlikte mutfakta oturmuş bekliyorlar, et pişsin de yiyelim diye… Ah benim zavallı, bir tanecik ineğim… Biliyorum, şimdi ocağın üzerinde fokur fokur kaynıyor etlerin! Ya Bebek, konuşsana benimle, bak üzüntümden çatlayıp öleceğim yoksa… Aşermeye başladığından beri, üvey annemin canı hiç görmek istemiyormuş beni. Hatta bana diyor ki, ‘Seni gördüğüm zaman midem bulanıyor, ne yapayım elimde değil.’ Ben de mecburen vaktimin büyük kısmını bu sandık odasında geçirmek zorundayım ki beni görmesin ve midesi bulanmasın. Bebek, benimle konuşur musun? Patlayacağım yoksa! Ne kadar zamandır benim bebeğimsin sen, hiç bilmiyorum. Gözümü açtığımda seni gördüm. Ama, eğer sen de benimle kötü olursan ve bana küsersen, işte o zaman ben ne yaparım, hiç bilemiyorum. Bebek, ya bir şeyler söyle artık ya da ben çatlayacağım! Bak verem olacağım… Koca Bebek! Bebek! Çatlayacağım bak! Ya konuşsana! Konuş…”
O sırada birdenbire, Ulduz bir elin uzanıp gözyaşlarını sildiğini ve hafif bir sesle konuşmaya başladığını hissetti:
“Ulduz, tamam, ağlama artık. Sıkıntıdan patlamayacaksın bundan böyle. Bak ben dile geldim artık… Sesimi işitebiliyorsun, bez bebeğin konuşmaya başladı gördün mü? Artık hiç yalnız kalmayacaksın…”
Ulduz, yüzüne düşen saçlarını yana ayırdı, gözünü açınca gördü ki, bez bebeği duvarın dibindeki yerinden kalkıp yanına gelmiş, karşısına geçip oturmuş ve bir eliyle de yüzünü yıkayan gözyaşlarını siliyor. Onu görünce sordu:
“Bebek, sen konuşuyor muydun yoksa?”
Konuşan Bebek cevap verdi:
“Evet, yine konuşacağım. Ben senin dilini öğrendim artık.”
Hava iyice kararmıştı artık. Ulduz, bebeğini güçlükle görebiliyordu karanlıkta. El yordamıyla etrafa tutuna tutuna sandık odasından dışarı çıkabildi, lambayı yakabilmek için raftan kibrit almaya gitti. Ama kibrit, lambanın yanında değildi. Lambayı yere bıraktı ve diğer raftan kibriti almaya yöneldi. Ama birden ayağı yerdeki lambaya çarpıverdi, lambanın camı kırıldı, içindeki gaz yağı halının üzerine döküldü. Gaz yağının kokusu karanlığa karıştı ve odayı tümüyle doldurdu. Tam o anda kapı çalındı. Ulduz telaşlandı, eli ayağı birbirine dolandı. Konuşan Bebek sandık odasının kapı eşiğine kadar geldi ve kıza seslendi:
“Ulduz, içeri gel. Bu işi de hiç üzerine alma; soran olursa, sandık odasından dışarıya adımını hiç atmadığını söylersin.”
O sırada evin dış kapısının açıldığı duyuldu ve Ulduz’un babasıyla üvey annesinin sesi geldi. Üvey anne önden geliyor, bir yandan da,
“Mutfaktaydım, lambayı yakmamıştım, şimdi yakarım.” diyordu.
Konuşan Bebek tekrar seslendi Ulduz’a:
“Çabuk ol, içeri gir!”
Ulduz:
“En iyisi burada bekleyeyim de onlara lambanın camının kırıldığını söyleyeyim, söylemezsem belki cam kırıklarının üzerine basarlar da yaralanırlar.”
Üvey anne tam kapının eşiğinden içeriye adımını atacaktı ki Ulduz, bir kibrit çaktı ve uyardı:
“Anne, dikkat et, lamba düştü, camı kırıldı.”
Babası da kadının peşi sıra içeri girdi. Üvey annesi tam elini kaldırmış, Ulduz’a vuracaktı ki, babası kolunu tuttu ve fısıltıyla karışık:
“Birkaç gün daha ilişme demiştim sana.” dedi.
İneği kesildiği zaman, Ulduz o kadar ağlayıp üzülmüştü ki, gören herkes kederinden çatlayıp öleceğini sanmıştı. Dün gece de akşam yemeğini yememiş, gece uykusunda sabaha kadar sayıklayıp durmuş ve ineğinin sesini çıkarmıştı sürekli. Bu nedenle de babası, birkaç gün kıza dokunmaması ve üzerine gitmemesi için tembihlemişti üvey annesini.
Kadın sadece şunu söyledi:
“Ben bunun kadar beceriksiz ve sakar bir çocuk görmedim. Lambayı nasıl yakacağını bile bilmiyor daha! Şimdi yıkıl git, gözüm görmesin seni!”
Ulduz da bunun üzerine sandık odasına gitti. Kadın da başka bir lambayı yaktı ve kocasına,
“Gaz yağının kokusu midemi bulandırıyor.” dedi.
Yaz mevsimiydi, pencere de açıktı. Üvey anne hemen pencereye koştu ve başını dışarı uzatıp hava aldı. Baba da o sırada üzerini çıkarmış, yerdeki cam kırıklarını toplamakla meşguldü. O esnada kadının kız kardeşi telaşla içeri giriverdi,
“Abla abla, ocaktaki et zehir gibi acı olmuş!” dedi.
Kadın eğildiği pencereden doğruldu ve kardeşine,
“Ne dedin, et acı mı olmuş?” diye sordu.
Peri elindeki et parçasını ablasına doğru uzattı ve
“Al tadına bir bak.” diye cevapladı.
Kadın eti hızla kapıverdi kardeşinin elinden ve ağzına götürdü. Etin tadı o kadar acı ve kötüydü ki, kadının midesi bir kere daha şiddetle bulandı.
Neyse daha fazla uzatmayayım, üvey anne ile Peri hemen mutfağa koşturdular. Ulduz’la konuşan bebeği de, sandık odasına yansıyan zayıf bir ışık altında, kısık sesle sohbet etmekteydiler. Ulduz:
“Duydun mu Konuşan Bebek, Peri ne söyledi? İneğimin eti acı gelmiş ağızlarına.”
Konuşan Bebek:
“Bence inek, sadece onlar için etini acılaştırmıştır. Senin ağzında etin tadı öyle acı olmaz.”
Ulduz:
“Ben yiyip bakacağım tadına.”
Konuşan Bebek:
“Bana kalırsa bu ineğin bir parçasını ayırıp, saklamalısın. Muhakkak bir yerde işimize yarayacaktır. Bu tür hayvanların bilmediğimiz ilginç özellikleri olabiliyor.”
Ulduz:
“Sence neresini saklamalıyım onun?”
“Ayağı olabilir mesela.”
Bu sırada Ulduz’un babasıyla üvey annesi ve Peri, ocağın başında çepeçevre toplanmış, et parçalarının tadına teker teker bakıyor, sonra da tükürüyorlardı. İneğin etlerinden koca bir kısmı, ertesi sabaha kavurma yapılmak üzere bir çengele asılmıştı. Baba bu etten de bir parça kesip, ağzına koydu, ama pişmemiş kısmı bile acı bir tat veriyordu.
“Kesilmeden önce ne yedi ki bu hayvan eti bu kadar acılaşmış!” dedi hayretle.
Kadın:
“Hiçbir şey de yemedi. Kızın, bakışlarının tüm zehrini üzerine boşaltmış hayvanın. Kör olasıca, kötülüğünü akıttı!”
Baba:
“İneği boşu boşuna murdar ettik. Sana kaç sefer dedim hâlbuki kasaba