Kim benimle beraber bu harabe ve esrarengiz eski şehri, kasvetli havasında, zaman ile bozulmamış bütün mineli mavi kubbe ve minareleriyle beyaz haşhaş tarlaları ve kırmızı gül bahçeleri ortasında görmek, benimle beraber bir eşsiz mayıs seması altında İsfahan’da bulunmak isterse yakıcı güneşte ve hadden çok yüksek mahallerin sert ve soğuk rüzgârları önünde dünyanın en yüksek ve en geniş yaylaları olan ve vaktiyle beşeriyetin beşiği iken bugün çöl hâlinde bulunan Asya’nın bu yaylalarında uzun uzadıya yürümeye ve harekete hazır bulunsun…
Eski sarayların harabeleri önünden geçeceğiz ki bunların kâffesi mermerden daha dayanıklı ve daha nazik kurşunî renkte bir cins çakmak taşından yapılmıştır. Orada vaktiyle dünyanın sahip ve hâkimleri ikamet ederlerdi. Methallerinde iki bin seneyi mütecaviz zamandan beri, insan çehreli ve bir hükümdar tacını hamil boğa şeklinde iki cesim heykel muhafızlık ediyor. Geçeceğiz, fakat etrafta yeşil arpa ve çiçekli otların sınırsız sükûtundan başka bir şey bulunmayacak.
Kim benimle beraber gül mevsimini görmeye İsfahan’a gelmek isterse karşısında Alp dağlarının en yüksek tepeleri kadar yüksek, renksiz tuhaf çiçeklerle ve kısa otlarla gizli olan bitmez tükenmez ovalar bulmaya hazırlansın ki orada ancak uzaktan uzağa harabe olmaya meyletmiş, ve en güzel firuzeden daha cazip mavi renkte kubbeli ufak camiyle koyu kumru renginde topraktan inşa edilmiş köyceğizler görünür.
Kim benimle beraber buralara gelmek isterse tenhalık, sıkıntı ve seraplar içinde geçecek bir çok günlere katlansın…
BİRİNCİ KISIM
YOLDA
Bağları çözülen göçebe eşyamız gurup vakti toprak üzerinde karmakarışık, ıslak ve acınacak bir hâlde duruyor. Karanlık gökte bulutlar altında kuvvetli rüzgâr esiyor. Biraz sonra Allah’a sığınarak gideceğimiz uzak kum ovaları ufukta aydınlık görünüyor… Çöl gökten daha az karanlık. Buşir limanından kiralamış olduğumuz büyük bir yelken kayığı bizi buraya Acemistan Körfezi’nin yakıcı sahili üzerinde tenhalıklar eşiğine attı. Burada hava, bizim iklimlerin adamları için güçlükle teneffüs edilebilecek derecede sıtmalı. Burası Şiraz’a ve İran’ın merkezine doğru gidecek kervanların teşekkül ettikleri mahaldir.
Hint’ten hareket edeli üç hafta olmuştu ki bindiğimiz vapur sahil boyunca ağır ve sıcak sular üzerinde sürüklenerek bizi yavaş yavaş getirmişti. Ve birkaç günden beri şark tarafında, kâh mavi kâh pembe renkte ve bizi gözetliyor gibi görünen azim bir set görmeye başladık ki bu akşam da yanımızda dikilmiş duruyor: Seyahatimizin gayesi olan ve Asya’nın geniş yaylaları üzerinde iki üç bin metre irtifada bulunan İran’ın pervazı…
Acem toprağında gördüğümüz ilk muamele sert oldu: Veba hastalığı olan Dombay’dan geldiğimiz cihetle Fransız uşağımla beraber bataklık bir adacık üzerinde yalnız başımıza altı gün karantinada beklemek iktiza etti.
Her akşam bir kayık bize açlıktan ölmeyecek kadar nevale getirirdi. Hamam gibi sıcak bir yerde, yanımızdaki Arabistan’dan kopan sıcak kum fırtınaları ortasında, ne olduğu bilinmez, anlaşılmaz bir şekilde boralar içinde, uzun uzadıya azap çektik. Gündüz güneşin ateşiyle sinekler ve haşarattan, gece otlar içinde saklanan binlerce muzır böceklerden rahatsız oluyorduk.
Nihayet Buşir limanına kabul edildik. Burası keder ve ölüm memleketi, lanetli bir gök altında harabeler yığını bir memleket. Hemen hazırlıklarımızı yaptık. Çadırlar satın aldık. Atlar, katırlar ve katırcılar kiraladık. Onlar bize yetişmek için bu sabah küçük bir koyu dolaşarak hareket ettiler. Biz öldürücü bir güneş altında yürümemek için deniz yoluyla doğru bir hat istikametinde geçtik.
İşte bu çölün girişinde köye benzer bir enkaz yığını karşısında bulunuyoruz. Orada paçavralar giyen halk duvarların kenarına oturmuş bizi seyrederek tütün içiyor…
Sahil kumluk olduğundan kayığımız yüz metre uzakta durmaya mecbur oldu. Yarı çıplak kayıkçılar bizi sular akan omuzlarında karaya götürdüler. Onlarla uzun uzadıya muhavere, bize muhafız süvariler vermek için emir alan mahallî hâkimi ile ve nihayet hayvanları hâlâ gelmemiş olan kervanbaşımla uzun müzakereler…
Her tarafta rüzgârla kımıldayan sonsuz geniş alan… Çöl ve deniz genişliği… Sığınacak bir yer yok. Eşyamız karmakarışık, gün bizim karışıklığımızı seyrederek batmak üzere…
Birkaç damla yağmur… Lakin buralarda buna ehemmiyet veren olmuyor; biliyorlar ki yağmur yağmayacak ve yağamaz… Tütün içmek için yıkık duvarlara oturmuş olan adamlar akşam namazını kılıyorlar. Ve korkunç gece etrafı kaplıyor.
Biz hâlâ hayvanlarımızı bekliyoruz. Karanlıkta ara sıra çıngırak seslerinin yaklaştığı işitiliyor. Bu, bize her defasında ümit veriyor. Lakin hayır, bunlar geçen yabancı kervanlardır, yirmişer, otuzar katır yanımızdan geçiyor; eşyalarımızı ve bizi çiğnememeleri için adamlarımız haykırıyor. Onlar derhâl karanlık içinde kayboluyor. (Biz burada İran’ın en büyük yollarından biri olan Buşir-İsfahan yolunun ağzında bulunuyoruz ve bu harap hâlde bulunan limancık pek işlek bir geçittir.)
Nihayet bizimkiler de kuvvetli çıngıraklarla gelebildiler.
Basık ve fırtınalı bir gök altında gittikçe karanlıklaşan bir gece…
Her şey yere karmakarışık atılmış… Hayvanlar sıçrıyor, çifte atıyorlar… Vakit geçiyor, biz yola çıkmalıydık. Uyku kâbuslarında bazen böyle halledilemeyecek müşkülat ve gittikçe artan zulmetler arasından çıkılamayan karışıklıklar olur. Hakikaten Buşir’de acele ile satın alınan ve bağlanamayan silahlar, yorganlar, çanak, çömlek gibi kum üzerinde bırakılmış birçok eşyanın gece karanlığında toplanıp bu çıngıraklı katırlara yükletilmesi ve onların bizim arkamızdan sıra ile muzlim çöl içine dalmaları gayrikabil gibi görünüyordu.
Bununla beraber işe başlanıyor, ara sıra namaz için fasıla veriliyor. Eşyayı muhtelif renkli büyük yün heybeler içine koymak, sicimlerini sıkmak, sonra iple bağlamak, ağırlığını tahmin etmek ve her hayvanın yükünü dengeli yapmak… Bütün bunlar, karanlık bora içinde iki ufak fenerin ışığıyla yapılıyordu.
Bir yıldız görünmüyor… Gökte en ufak ziyanın düşmesine müsait bir boşluk yok. Sağanaklar, iniltili bir gürültü ile kumları kasırga hâlinde kaldırıyor. Ve muttasıl göze görünmeyen taraftan çıngırak sesleri işitiliyor, geçen meçhul kervanlar… Akşam benim muhafızlarımı teşkil edeceklerdir. Yerdeki daima o iki ufak fener ki hafif ışıklarıyla çekirgeleri celp ediyor, bu yeni gelenleri belirsiz surette aydınlatıyor; ince suratlar üzerine siyah yüksek külahlar; uzun saçlar, uzun bıyıklar, belleri sarkık uzun libaslar ve kanat gibi sarkan cepkenler… Nihayet, göçebelerin dostu olan ay, ufkun hizasında bir yırtık içinde geniş ve kırmızı şekilde görünerek bu karanlık boşluğu aydınlattı, aynı zamanda ziyası yakındaki suların üzerinde al bir örtü gibi uzandı. Basra Körfezi’nin bir köşesine ve yarın tırmanmaya başlayacağımız bu büyük dağlar silsilesine ait alanı yandan gösterdi.
Faydalı aydınlığı çöl üzerine yayıldı ve artık kâbus ihtimallerine son vererek ve bizi parlak kumlar üzerinde siyahımsı şekillerle birbirimize göstererek ve hususiyle aynı bir kervanın adamları olan bizleri diğer kafilelerden veya orada burada tutunan yağmacılardan ayırarak bizi içinden çıkılmaz karışıklıklardan kurtardı…
Dokuz buçuk… Rüzgâr sakinleşiyor; bulutlar taraf taraf yırtılıyor, yıldızlar görünüyor. Eşyamızın hepsi bağlanmış ve yüklenmiştir. Üç askerim at üzerinde duruyor ve uzun tüfeklerini doğru tutuyorlar… Atlarımızı getiriyorlar, biz de biniyoruz… Çıngırakların birlikte çıkardıkları neşeli sesle kervanın yerinden kımıldadı ve nihayet karışık ufak kümeler şeklinde o sonsuz sahranın içinde muayyen bir istikamette ilerlemeye başladık.
Kurşun renkli, çorak sahra, kumlardan sonra hemen başlıyor, güneşte kurumuş izlerden kalbura dönmüş