TARİH EZELî BİR TEKERRÜRDÜR
Müverrih S… Beye mektup
Son tarihî makalenizi büyük bir dikkatle okudum; sizi bütün kuvvetimle, bütün maddiyatımla tasdik ederim. Gözlerini hudutsuz istikbale dikip maziye asla ehemmiyet vermeyen bugünkü gençliğe güzel bir ders veriyorsunuz. Diyorsunuz ki: “Yeni bir şey yoktur. Her şey eskidir. Eskiden cereyan etmiş bir vakanın aynı sebepler, şartlar dahilinde tekerrürüdür, ilim, fen bile eskidir. Mesela fiziğin, tıbbın ilk kaideleri mazide konulmuş, yalnız bazı teferruatında yenilikler vuku bulmuştur. Asırlarca evvel gelen Buda bütün dinlerin, bütün felsefelerin, o bir örnek, hikmet, fazilet efsanesini teganni etmiş; sonrakiler, hatta şimdikiler hep onun fikirlerini tekrarlamışlardır.”
Okurken insanın kulağında beyaz, kuvvetli dişlere çarparak feveran eden coşkun bir nutkun hayalini uyandıran rasin, murassa ifadenizle hislerimizin; –iyi, fena; beğenilen, beğenilmeyen– fikirlerimizin yeni, kisti olmayıp eskiden kalma, miras olduğunu, hatta sosyalizm gibi antimilitarizm gibi gafletle yeni addolunan içtimai hareketlerin bile pek eski olduğunu feylesof Senek’le ondan evvel gelenlerin sözleriyle ispat ediyorsunuz. Bu kıymetli, bu en doğru hakikatleri ihtiva eden altın satırları ihtimal bazı gençler, masum, müstehzi bir gülüşle okudular. Onların fikirlerince mazi mezardır, ölümdür, yokluktur. Tarih en can sıkıcı, en faydasız, mürteciane bir meşgaledir, köhneliktir. Ben de dört sene evvel tamamıyla böyle düşünüyordum. Hiç tarih okumamış, mektepte iken tarih derslerinde ya uyumuş yahut meçhul istikbali tahayyül ederek muallimin saatlerce söylediklerini asla işitmemiştim. Tahsilimi ikmal ile hayata girdiğim vakit kurunuvustanın nereden başladığını, Hannibal’in kim olduğunu, hatta Roma’nın kimler tarafından tesis edildiğini, İstanbul’u zapt eden Fatih’in babasının hangi padişah olduğunu bilmiyordum. Fakat bugün? Sizin kadar malumatım olduğunu iddia edemezsem de bizim bütün tarih muallimlerimizden, hatta bazı ihtiyar müverrihlerimizden pek çok tarihî mütalaaya malik bulunduğumu iftiharsız söyleyebilirim. Beş senedir hayatım yalnız tarih okumakla geçti. Büyük bir kütüphanem var ki içinde tarihten başka kitap bulamazsınız. Eskiden sanat, edebiyat sevdasıyla tetebbu ettiğim meşhurları unuttum. Şimdi Mişle’den, Sen Kimyon’ dan, Lavis’ten tutunuz da en mutavassıt müverrihlere kadar hepsini büyük bir zevk ile okuyorum. En ehemmiyetsiz ananeler, hatıralar beni teshir ediyor. Artık Piyer Kleman, Fredrik Mason, Jozef Turkan, Loliye, Piyer Donolak, Doktor Kabanis en sevdiğim, en perestiş ettiğim muharrirler… Dünü okudukça bugünün, yarının safhaları önümde perde perde açılıyor. Kendimde gayriihtiyari bir falcı ruhu hissediyorum. Şimdi gülümsüyorsunuz değil mi? Karşınızda olsam soracaksınız ki: “Niye tarihi bu kadar merak ettin? Büyük bir müverrih, bir muallim mi olmak istiyorsun? Maksadın ne?” Evvela sizi temin edeyim ki müverrih olmak niyetinde değilim; muharrir, muallim hiç… Bu merak bende marazı, ad verilmez ruhi bir hâlettir. Ben tesellisi mümkünsüz bir felaketin, intikamı alınamaz bir mağlubiyetin şaşırttığı bir adamım. Yeşimi uyutmak için dimağımı tarih okumakla yoruyorum. Beş senedir sizinle tamamıyla hemfikirim: “Tarih ezelî bir tekerrürdür!” Ben bunu herkesten ziyade hissettim, yaşadım. İtminanım amelîdir. Benim kadar tarihin feci, itisafkârane tekerrürünü gören yoktur sanırım.
Tetebbüyle kısalan kıymettar zamanınızı suistimal etmediğime emin olarak hikâyemi, kendi tarihimi, milattan evvel, sekizinci asırda cereyan etmiş bir vakanın haberim olmadan benim zavallı başımda nasıl tekerrür ettiğini size anlatacağım. Bu biraz mufassal olacak. Fakat rica ederim, tahammül ediniz. Binlerce kitabın tozlanmış sahifelerini süzen gözlerinizde harikulade bir kuvvet vardır. Bunu biliyorum. İlmî itikadınızı da tamamıyla, samimiyetle kabul etmekte ne kadar haklı olduğumu anlayacaksınız.
Yedi sene evvel kavi, gürbüz kadınlara âşık, düşüncesiz bir genç idim. Edebiyatı sanatı seviyordum. Her şey nazarımda bir fantezi, bir serap, bir rüya idi. Garp kitaplarının zaten şairlikle sarsılan müfekkiremde bıraktığı teşevvüşle, tezatlar eski nazariyelerimi tamamen tahrip ettiğine mukabil yeni bir şey öğretmemişti. Bütün o kitapları okuyanlar gibi ben de artık her şeyi inkâr eden, hiçbir şeye inanmaz, paradoksal, münasebetsiz bir herif olmuştum. Dünü tamamıyla unutuyor, yarını asla düşünmüyor; bugünü memnun, müsterih, hayvanlıkla geçiriyordum. İnkâr ettiğim şeylerin içinde aşk da vardı. Ona da bütün ahlak kanunları bütün içtimai itikatlar gibi mevzu, mevhum bir yalan diyordum. Fakat Efser’i –bu boşadığım karımın adıdır.– görünce fikrim değişmişti. O andan itibaren aşk nazarımda yegâne hakikat oldu. Âli ruhanî, lahuti bir hakikat… Ufak bir muaşaka devresi geçirdik. Vakıa ben de çirkin değildim. Fakat o… Size nasıl anlatayım? Bir harika idi. Uzunca bir boy, hayalin üstünde güzel bir çehre, mutlaka bir dâhinin elinden çıkmış zannolunacak bir vücut tahayyül ediniz. O kadar muntazam, o kadar bedii o kadar âli ki Venüs’ün en eski, cazip statüsü onun yanında hasta, âciz kalır. Mübalağa ediyorum sanıyorsunuz. Zararı yok inanmayınız. Fakat ben eminim ki Efser’deki esatiri güzelliğin böyle iki satırla yüzde birini ifade etmiş olmuyorum. Fakat size, yine biraz izahat vereyim; kayınpederimin babası güzel endamıyla meşhur bir paşa, vaktiyle ihtida etmiş bir Macar’dı. Kayınvalidem eski gözdelerin en mümtazı olan bir Çerkez saraylı… Bunların kızı Efser, Macar- Çerkez güzelliğini, sıhhatini vücudunda toplamış muhteşem, inanılmaz bir afet; nurdan, şeffafiyetten, esirden masnu, sanılacak zihayat bir harika… İngiliz mektebinde tahsilini ikmal etmişti. Bütün orada tahsilini ikmal eden kızlar gibi biraz fazla ukala, nazariyeci, kendini beğenmişti. Benim İngilizce bilmememi sarih bir kusur olmak üzere kabul ederdi. Muallimeleri hatırasında o kadar derin bir eser, o kadar garip bir intiba bırakmıştı ki ta Amerika’ya gidenleriyle mektuplaşır, her hafta müdiresini ziyaret ederdi. “İzdivaç aşkın mezarıdır.” derler. İşte vahşiyane bir yalan! İzdivacımdan sonra onu o kadar sevmeye başladım ki kadınlığa yakışmayacak ilmî, fennî meşguliyetlerini bile hoş görüyor, rasat dürbünlerini bizzat getirtiyor, onun hoşuna gitmek için cahil, karanlık muhitimizde âlim şöhretini taşır adi, mutavassıt bir fizik muallimi olmadığıma teessüfler ediyordum. Arzusu üzerine Bağlarbaşı’nda bir köşk tutmuştuk. Yaz kış orada oturuyorduk. Bir aşçımız, iki hizmetçimiz, on dört yaşında küçük bir uşağımız vardı. Ah evimiz bir sevda yuvasıydı. Yatağımız ezelî bir aşk, huzur lanesiydi. Efser orada asla İngiliz mektebinin ukala, münasebetsiz mezunu değildi. Yorganımızın altında latif, tatlı bir kadın; haris, münkat bir Çerkez kızıydı. Fecrin pembe nazarları odamızın mavi tül perdeleri arasından süzülürken bu sıcak yatağın haricinde geçecek bütün bir günü düşünerek mahzun olur, çılgın deraguşlarla onu uyandırır, gözlerini buselerime açar, şeffaf, dolgun göğsünün taravetli kokusunu sükûn bulmaz deliliklerimle massederdim. Bir sene geçti. Aşkımız gittikçe tezayüt ediyordu, dünyada kitaplarıyla benden başka bir şey onu meşgul etmiyordu. Gündüzleri ben yokken okuyor, yazıyor; ben gelince hemen kucağıma atılıyor, geceleri pek erken girdiğimiz yatak odamızda ezelî aşk, perestiş saatleri yaratıyordu.
Bu esnada İtalya’daki halazadem Ahmet Bidar İstanbul’a gelmişti. Bu, benden küçük, zayıf, narin bir çocuktu… Heykeltıraşlığa çalışıyordu. Uzun saçlarıyla, mütefekkir çehresiyle, nahif endamıyla latif, cazip, tam bir sanatkârdı. Eve getireceğimi, kendisine takdim edeceğimi Efser’e söyledim. Biraz hoşnutsuzlukla muvafakat etti. Fakat görünce, konuşunca memnun oldu. Bidar da sanatı icabı olarak eski Yunan, Roma tarihini tetebbu etmişti. Efser için bu pek büyük meziyetti. Tatil müddetini bizde geçirmesini teklif ettik. Israr ettik. Kabul etti. Artık yalnızlığımızdan bıkmaya başlıyorduk. Vaktimiz böyle daha hoş geçiyordu. İnkılap eden bir baharın müteheyyiç geceleri muharrik rüzgârıyla küçük salonumuzu doldururken üçümüz saatlerce sanata, tarihe dair musahabelere dalar, ben hep yatacak zamanımızı düşünerek elleriyle cesim abidelerin hayali şekillerini tersim ederek anlatan zevcemin bedii vücudunu derin derin temaşa ederdim.
Yavaş yavaş yaz geçiyordu. Bidar’la Efser’in arasında fikrî bir tevafukun hasıl ettiği ihtiram, meftunluk dikkatimi celbediyordu. Bidar pek saftı. Dimağında, henüz klasik malumattan başka bir şey yer bulamamıştı. Namus hakkındaki iptidai itikatlarından emin idim. Efser’e gelince, gördüğü İngiliz terbiyesi onu bir ahlak statüsü hâline ifrağ etmişti. Zevciyetin haricinde ihtiyar, çirkin bir Katolik mürebbiye kadar mutaassıp, afifti. Beraber geçirdiğimiz bir senelik hayatta nispeten beni bile kendine benzetmişti. Bekârlığımdaki serbest fikirleri takip edemiyor, mecburen na zariyeci, mutekit, ahlaki ananelere riayetkâr oluyor; en üzücü mutat