Kerem Gibi (Nazım Hikmet’in Hayatı ve Sanatı Hakkında Düşünceler)
SUNUŞ
Modern Türk şiirinin ulu çınarlarından Nazım Hikmet, Türkiye siyaset ve edebiyatında, Cumhuriyet’in kuruluşundan Soğuk Savaş’ın bitişine kadar daima tartışmaların odağında yer almış, eserine ve şahsiyetine yaraşır şekilde anlaşılıp takdir edilememiş bir şairdir.
Bu hüküm, Nazım’ı sahiplenip yüceltme derdiyle dar partizanlık ve ideoloji kafesine hapseden geçmişin “sol” entelektüel kesimi için olduğu kadar, onda kötü bildiği her şeyin izini bularak şiirinin büyüklüğünü ve ıstıraplı hayat macerasını göremeyen “sağ” görüş sahipleri için de geçerlidir.
Kendi siyasi duruşunu Nazım üzerinden carileştirmeye çalışan, onu çekişmelerinin nesnesi haline getiren taraflar, nihayet Sovyetler’in dağılmasından sonra Nazım gerçeğiyle dürüstçe yüzleşmeye başlamışlardır gerçi, fakat hala sağduyunun tam anlamıyla hakim olamadığı da inkar edilemez.
Halbuki, Nazım için “adalet zamanı” çoktan gelmiştir. Siyasal itibarı iade edilen Nazım’ın edebi büyüklüğü de teslim edilmeli; yurdunda neredeyse her daim mahpus, yurt dışında, Sovyetler’de ise zoraki sürgün yaşayan, “şair ve isyankar” adamın hakkı, artık hakkıyla ödenmelidir.
Bengü Yayınları, işte böyle bir ödev bilinciyle, gurbette, sıla özlemi içindeyken Türkçeye sığınan, Türkçeyi işleye işleye yurt haline getiren Nazım Hikmet hakkında, Azerbaycan Türk edebiyatının önde gelen kalemi ANAR tarafından yazılan bu kitabı yayınlıyor.
Hayattayken Nazım’la tanışma ve görüşme imkanı bulup da hala yaşayan ender düşünce ve edebiyat adamlarından biri olan ANAR, bizzat kendisine ait ve/veya birinci elden edindiği tanıklıklarla zenginleştirdiği “Kerem Gibi”de, Nazım’ın şiir ve edebiyat anlayışına olduğu kadar, Sovyetler’deki macerasına ve kişiliğine de ışık tutuyor.
“Kerem Gibi”, zengin Nazım literatürüne önemli bir katkıdan ibaret olmayıp, “özgün” yanlarıyla öne çıkan bir çalışma niteliği taşıyor.
Nazım hakkında yazılanları, kendi hassas terazisinde eleştirel bir gözle ama nazik bir üslupla irdelemeyi ihmal etmeyen ANAR, öz yurdunda hakkında birbirine tamamen zıt yaklaşımlar sergilenen Nazım’ın, Sovyetler, hatta Doğu Bloku coğrafyasında yaşayan Türkler için nasıl bir birlik simgesi haline geldiğini de gösteriyor.
Totaliter bir düzenin baskı ve zulmü altında ayakta kalmaya çalışan Türk topluluklarının aydınları için Nazım, ortak Türk dilinin en büyük bayraktarıdır, bu anlamda bir büyük lütuftur adeta.
Ne hazindir, hayatın ne garip cilvesidir ki, burada, Türkiye’de Türk milliyetçileri tarafından “hain” ilan edilen şair, orada, Sovyetler’de, Doğu Bloku’nda Türkçenin direniş kaynaklarından, Türklüğün yapıcılarından biridir!
Bu bakımdan, elinizdeki eser, Türkiye Türkleri ile komünist rejimlerle idare edilen Türklerin idrakindeki farklı Nazım suretlerinin aynı asla, bir ve aynı kişiye ait olduğunu ortaya koyarak, karışık zihinleri aydınlığa çağırıyor.
ANAR’ın eserinin, bu ertelenmiş ödevin yerine getirilmesine olduğu kadar; solun zayıf düştüğü, kendi ülkesine ve insanına yabancılaştığı, sağın zihnen körelmeye maruz kaldığı, tariflerin içinin boşaltıldığı ve milli olan, bizim olan ne varsa itibarsızlaştırılmak istendiği bir entelektüel ortamda, ortak ve üstün değerlerimize dönüş çabasına katkıda bulunacağına da inanıyoruz.
Yapılması gereken, elbette ki öncelikle Türkçeye dönmek olmalıdır. Dile dönüş, dil üzerinde odaklanmak aynı zamanda büyük Türk-İslam medeniyetine yoğunlaşmak anlamına gelecektir. Güncel bakımdan hangi siyasi veya edebi tavra sahip olursa olsun, ancak bu büyük ve ortak kaynaktan da beslenmeyi bilen çabaların geleceğe intikal ettiği ve edeceği ise açıktır.
Nitekim Nazım da, “Ferhat ile Şirin” örneğinde olduğu gibi, daima Türkçede kristalleşip ebedileşen değerlerimizi yeniden yorumlamaya çalışmış ve bunda büyük başarı kazanmıştır. Nazım, beşeri olanı, içine doğduğu ve gurbette bile sıkı sıkıya bağlı kaldığı kendi inanç ve kültür dünyamızdan süzerek ifade etmeyi tercih etmiştir. Onun vicdanında, Türk medeniyet birikiminin yüzlerce yıla dayanan insancıl özü kendini ortaya koymuştur.
Öte yandan, Nazım, tecrübe sahiplerinin teslim edeceği üzere, Soğuk Savaş’ın bitişinden itibaren, Türkiye Türk aydınları ile diğer Türk topluluklarının aydınları arasında sağlam bir köprü, bir anlayış ve duyuş vasatı oluşturulmasında önemli bir hizmet görmeye devam etmektedir. “Ortak Türk dili”nin bu büyük ustası bundan sonra da burada ve başka topraklarda nice kuşağın yetişmesine yardım edecektir.
Bakıp da görebilen gözlere, işitip de duyabilen kulaklara sahip olanlar için arınma ve aydınlanmaya bir davet niteliği taşıdığına inandığımız bu önemli eseri dolayısıyla değerli edebiyat ve düşünce adamı, değerli sanatçı, Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Sayın ANAR’a, eseri titiz bir mesai ile Türkiye Türkçesine aktaran Sayın İmdat Avşar’a şükranlarımızı sunuyoruz.
ÖNSÖZ
20. Yüzyılda, edebi ve siyasi tartışmalarımızın odağındaki isimlerden biri de, kuşkusuz Nazım Hikmet’tir.
Nazım Hikmet, yaşadığı fırtınalı bir hayat, gönül verdiği- yazarın deyimiyle dünyanın başına bela olmuş- bir ideoloji ve bu ideoloji mücadelesine adadığı sanatı ile geçen yüzyılın edebi ve siyasi tartışmalarının ana eksenlerinden biri olmuştur.
Bu güne kadar hakkında yüzlerce kitap ve binlerce makale yazılan Nazım Hikmet’in, genellikle ideolojik bir pencereden ve belli kalıplar içinde değerlendirildiğini söyleyebiliriz.
Geçen yüzyılın siyasi mücadelelerinin karakteristik özelliklerinden bir de aynı insanın birbirine taban tabana zıt kavramlarla anılmasıdır. Geçen yüzyılda insanlar, fikirler, eserler… ait oldukları ideolojik topluluklar içinde anlam kazanmış, değerli bulunmuş, meşrulaşmış ya da tam tersi olmuştur. İnsanlar, düşüncelerinden dolayı “Hain, Vatansever, Gerici, İlerici, Komünist, Faşist….” diye adlandırılırken, onların yazdığı eserler de bu düşünceler temelinde değerlendirilmiştir. İşte böyle bir dünyada Nazım Hikmet de hem “Moskova Ajanı, Komünist, Vatan Haini” hem de “Yurtsever, Devrimci, Kahraman” olarak görülmüştür. Bu dönemde, ideolojilerle özdeşleşen insanların, aynı ideolojiyi paylaşanlar tarafından gözü kapalı kabul edilmesi, onların hatalarının, yanılgılarının fark edilememesine de neden olmuştur ki, bu insanlarda biri de Nazım Hikmet’tir. O da “Vatan Hainliği” ve “Vatanseverlik” gibi iki zıt kavram arasında gidip gelen önemli edebi simalarımızdan biri olmuştur.
Elinizdeki kitabın yazarı, Nazım Hikmet’in Türkiye’den kaçıp “Rüyalarının Memleketi” olan Sovyetler Birliği’ne sığınmasından sonraki hayatına da tanıklık eden, sadece Azerbaycan’ın değil Türk Dünyasının da çok büyük yazarlarından biri olan üstat ANAR, birçok okuyucuyu da çok şaşırtacak bu çelişkiyi şöyle ifade ediyor:
“…O yıllarda Nazım, Türkiye’de birçokları için “Moskova’nın Adamı,” “Türk Düşmanı” idiyse de, Azerbaycanlılar için Türkiye’nin, Türklüğün, Türk dilinin sembolüydü. Nazım’ı bitip tükenmeyen alkışlara gark eden Bakü salonlarındaki dinleyiciler, onun şahsında bir komünizm propagandacısını değil, bize, uzun yıllar hasretini çektiğimiz Türkiye’nin kokusunu, ruhunu getiren, canımız kadar yakın olan Türk diliyle konuşan, ölümsüz şiirlerini Türkçe okuyan bir TÜRK şairini alkışlıyordu. O yıllarda Sovyetler Birliği’nin Türk bölgelerinde özellikle elbette Azerbaycan’da, hiç kimse Türklük ruhunu, Türklük şuurunu Nazım Hikmet kadar yükseltememiştir. TÜRK sözü, Azerbaycan’da halkımızın, dilimizin adı gibi yasaklandığı; Türkiye ile tarih, edebiyat, folklor, soy, adet ve anane birliğimiz hakkında her hangi bir fikrin cinayet sebebi sayıldığı; bizi bağlayan bütün iplerin kopartıldığı; Türkiye sevgisinden dolayı ya da Türkiye’de akrabalarının olduğunu söyleyenlerin katledildiği yıllarda, Nazım Hikmet geniş katılımlı toplantılarda, üstelik en yüksek kürsülerden şöyle diyordu: Ben Türk’üm, siz de Türk’sünüz, ruhumuz, geleneklerimiz bir, halklarımız, dillerimiz kardeştir …”
Devirlerin,