Aşk ve Nefret Kitabı (Öyküler ve Dramaturjik İkilem)
BİRİNCİ KİTAP
HAYAT AĞITI
SEM VE SEMİHA
Görkemli dağlar – genellikle gururlu, kibirli, zaptedilemezlerdi, bu sefer cömert, arkadaş canlısı ve hoşgörülü görünüyorlardı. Ve güneşin parlak ışınları yakıcı değil, kızı sıcaklığıyla nazikçe okşayarak ruhuna huzur veriyordu. Kıza sanki evrenin tam ortasındaymış gibi geliyordu, mis kokulu doğa onu sanki bir anne şefkatiyle kucaklamıştı, onu titreyen göğsüne bastırmış ve sessizce muhteşem bir melodiyle sakinleştirmişti.
Ancak böyle alışılmadık bir mutluluk durumunda, kız sakinleşememekte, kalbi daha hızlı atmakta, sanki göğsünden çıkmak üzereymiş gibi görünüyordu. Dalgalanan duygular onu bunaltıyor, kıyıların vadilerinde dolup taşan bir dağ nehri gibi ruhun içinde sıkışıyorlardı. Olanlara inanmak zordu, bütün bunlar ona ayrılmak istemediği, acımasız gerçekliğe geri dönmeyi arzu etmediği harika bir rüyayı hatırlatıyordu. Ancak, tüm olanlar sadece onunla bağlantılıysa, sıcaklığı hala hissedilen, kendisine hitap eden sözleri kendi kulaklarıyla duyduysa, nasıl inanmazdı. Delikanlının kalbinden içten duygular dökülmüştü ve varlığının her hücresinde tatlı bir karşılık ile yankılanmış, ruhunu heyecanlandırmıştı. Buna da inanmıyorsanız, başka nasıl bir aşk ilanı olabilirdi?
Böyle bir şey daha önce başına hiç gelmemişti, kız, gizli düşlerinde bile, onu saran duygulardan açıklanamaz bir zevk almasının mümkün olabileceğini hayal edemiyordu. Şu anki duruma benzer bir şey, tutkulu aşk hakkında kitaplar okuduktan sonra, kendini zihinsel olarak güzel kadın kahramanların yerinde hayal ederken, önce ateş basması şeklinde sonra da ürpertiyle kaplanmasına benziyordu. Yine de şimdi başına gelenler ilk kez oluyordu. Ve şimdiye kadar böyle bir mutluluğu yaşamadığı için suçlu muydu? Kaderi böyleymiş. Kimisi için küçük bir mutluluk, arzuladığından çok daha sonra verilir. Tamam, geç olsun ama yeterki gelsin. Ya hiç gelmeseydi? Kaldı ki hayatı boyunca bu mutluluğun tadını tatma fırsatı bulamamış olan ne kadar çok insan vardı.
Düşüncelerin yumuşak esaretinde ve rüyaların tatlılığıyla sarhoş olan kız, kendini gerçeklik ile unutulma arasında bir tür fantastik dünyada hissediyordu. Bugün yaşadığı, genellikle düşmanca ve soğuk olan odası, hafif ve harika müzikle dolmuştu, rahat, sade bir oda gibi görünüyordu. Ancak bu neşeli melodi kızın kalbinden sökülüp atılıyordu…
İstemeden ona sık sık öğüt veren annesini hatırlamıştı: “Kendine iyi bak kızım, kızlık namusunu koru, kuyruk sallayan olma. Erkeklerle düşüp kalkan bir kadın er ya da geç mutsuz olacaktır, ancak saf, namuslu kız kendine layık bir nişanlısını er ya da geç bulacaktır. Genç kız katı kurallarla büyümüş, annesine itaatsizlik etmeyi aklından bile geçirmemişti. Peki sonuçta ne oldu? Uzun yıllar boyunca, sanki hapishanedeymiş gibi, küflü bir odada dizlerine sarılarak oturuyordu. Görkemli yakışıklı erkeklerden bahsetmiyorum bile, en sıradan bir adam bile ona ilgi göstermemişti. Bu yüzden, bu kasvetli odada, metal kafesteki bir kuş gibi, monoton hayatının günlerini sayarak geçiriyordu.
Ve yine de… geç olması hiç olmamasından iyidir. Bir yerde işler yolunda gitmezse, umut kıvılcımları sönerse kime kızalım? Hayali mutluluk kuşunu yakalamaya çalışırken kaderini karmaşıklaştırdığı için suçlanacak biri var mı? Ne de olsa, kimse ona dizgin vurmadı, ısrar etmedi: şunu ya da bunu yap diye! Kimse onu şehre taşınmaya zorlamadı. Kimse ona doğduğu köyü unutmasını ve başka yerlerde daha iyi bir yaşam arayışına girmesini de tavsiye etmedi. Her şeyin suçlusu sadece kendisiydi.
Şehirde olunca, o zaman her şeyin yoluna gireceğine, şimdilerde dedikleri gibi her şeyin “yerli yerine oturacağına” ve özlem duyduğu rüyanın gerçekleşeceğine kendini inandırmıştı. Ayrıca onunla ilgilenecek, kararlılık gösterecek ve ona sert bir şekilde : “Bunu neden yapıyorsun?” diye soracak kimsesi de yoktu. Ölümlü dünyayı erken terk eden babasını belli belirsiz hatırlıyordu. Annesi de bu dünyada fazla oyalanmamıştı, tek kızını zar zor ayağa kaldırmıştı. Zavallı kadın son gücüyle, kendi yavrusunun yetişkin hayatında kaybolmaması için her şeyi yapmıştı. Ve hastalıktan bitkin bir şekilde ölüm anında, bir veda sözü bile fısıldayamamıştı. Yasını tuttuktan, annesi için ağladıktan sonra etrafına bakındığında korkutucu bir gerçekle yakınlarında onu teselli edecek ve onun için endişelenecek kimsenin olmadığını fark etmişti. Bu durum kendisini toparlamasına neden olmuştu. “Bir insan ölür, ama hayat devam eder” – annesi böyle derdi. “Yaşayan bir ruh dişli kurbağadır” sözü de annesinindi. “Yaşayan bir can, güneşin altındaki bir yer için savaşır” – ve bunlar hep annesinin sözleriydi…
Sapargül, eğitimsiz kalarak hayatta hiçbir şeyin başarılamayacağını anlamıştı. O yüzden öğrenim görmek için, şehre gitmeliydi. Bu düşünceyle, zihninde güçlenerek yola çıkmaya hazırlandı.
İşte Sapargül neredeyse sekiz yıldır büyük bir şehirde yaşıyordu. Kendini burada kabül ettirmek için çok cesaret ve azim gerekmişti. Planlananların çoğunu başarıyla gerçekleştirdiği söylenebilir. Çalışmalarını başarıyla tamamladı, imrenilen diplomayı aldı, kendi uzmanlık dalında bir iş buldu. Pansiyonda olmasına rağmen, kendine ait küçük bir odası vardı. Ve bu, öyle görünüyor ki, büsbütün yeterliydi. Ancak yine de… zaman zaman ruhunun derinliklerinden gizli bir hayali ortaya çıkıyordu, onu rahatsız ediyor ve acı çektiriyordu. “Yalnızlık sadece Allah’ı süsler” diye tekrarlamayı severdi annesi. “Kuğular özellikle çiftler halindeyken güzeldir,” derdi sık sık.
“Peki bu tatlı kelimelerin hayatta ne faydası vardı? Tavsiye vermek işin kolayıydı. Güçlü ve dayanıklı olan, istediğini elde etmeye çalışsın. Ama bu her zaman işe yaramazdı. Her şey kendinize bağlı değildi çünkü. Herkes hayatta kendi payına düşeni alır”, diye düşündü kız acı bir şekilde.
“Belki de insanlar, diğer yarınızı bulma umuduyla tanıştığınız ilk kişinin boynuna atlamaktansa, yalnız olmanın daha iyi olduğunu söylemekte haklıydılar. Ayrıca doğuştan gelen bir utangaçlık, ahlak kavramları da işin içinde var. Bunu da bir kenara atamazsınız, vicdanına karşı gelemezsin” diye düşündü Sapargül. – Yoksa hiç bir erkeğe çekice gelmeyecek kadar şanssız mıyım, yoksa aralarında hoşlandığım hiç mi biri yok? Tanrı’ya karşı neyi yanlış yaptım, neden benden yüz çevirdi acaba? Gerçekten sevilmek ve sevmek kaderimde yok mu?, diye aklından geçirmişti.
Gündüzleri onu kasvetli düşüncelerden çalıştığı işi bir şekilde uzak tutmuş olsa da, akşamları ve geceleri soğuk odasının dört duvarları arasında kendi kasvetli düşünceleriyle baş başa kalmışken, en nihayetinde bir gün, bütün bu yıllar boyunca hayal ettiği kişiye rastlamıştı. Düzgün kesili bıyıklarıyla, zarif, esmer yüzlü bir adam ona yaklaştı ve bilindik nezaket sözleri sarfetmeden ve boş konuşmalarla vakit geçirmeden, onun gözlerinin içine bakarak ‘Sizden hoşlanıyorum’ diye sözünü yapıştırmıştı. Bu beklenmedik durum karşısında Sapargül’ün başı duygu yoğunluğundan dönmeye başlamıştı. İşte sonunda gerçek nişanlısını bulmuştu. Ve… pervasızca, aşık olduğu yakışıklı adamın iradesine kendini kaptırmıştı.
Düğün günü geldi.
Bu durum, ıstırap çeken kızın kalbinin daha hızlı atmasını, mutluluktan parçalara ayrılmaya hazır hale getirmez mi?! Evet, duyulmamış mutluluğun önsezisinden, sadece kalp titremiyor, aynı zamanda tüm varlığı da titriyordu. Uzun zamandır beklenen rüyasının gerçekleşmesi için uzun zamandır beklenen an geliyordu. Yarın düğünü var. O evleniyor. Ve sonra… Tabii o zaman peri masalı başlayacak. Masal…
Seçtiği kişinin adı Satımsay. Ancak kendisi de bu isminden hoşlanmıyordu, bu yüzden çok acı çekiyordu: “Kazakçamız ilginç, böyle bir isim bulmuşlar! Hiç modern değil. Modası geçmiş. Ağarmış antik çağlardan.” Satımsay’ın babası bu ismin anlamını etkili bir şekilde şöyle açıklamıştı: ‘Bir zamanlar atalarımızdan biri bu isimle yaşardı. Bu yüzden, bu batır kadar cesur, halk tarafından saygı duyulan bir insan olarak büyümen için onun adını sana koyduk’, demişti.
Satımsay, “Peki, ne olmuş yani batır ise?” diye kızmıştı. – Mesele onunla ilgili değildi. Onun adını taşıyan herkes batır olsa… Hayır,