Çiğdemleri Solan Bozkır
Bozkırın en garip kuşu anam Sultan Avşar ve o toprağın aksakal bilgesi babam Hasan Avşar’a…
TAKDİM
İçli bir bozkır rüyasıdır bu kitap ve insanımızın asırlardır ertelenen var olma çabasının bir aynasıdır. Bu soylu hikâyeleri ancak orada; yani insanı potasında bir kurşun gibi eritip kendine benzeten bozkırda doğan biri yazabilirdi ve Avşar yazdı…
Sanki kader de yazsın diye desteklemiş onu. Nesneleri öyle yüzeyden değil, derinden gören projektör gibi bir çift göz; gördüklerini hiç unutmayan sağlam bir hafıza ve sızlayan bir vicdan vermiş ona… Sonra öğretmen etmiş onu, öksüz ve viran beldeleri gezerek kendisiyle aynı kaderi paylaşan yoksul, kavruk, sıska binlerce çocuğu ve o çocukların bir keven gibi toprağa kök salan ezik ve suskun ana-babalarını: Bağdat’ı, Hamdi Kirve’yi, Tufan’ı, Bahri Usta’yı, Güççük Bekteş’i, Davulcu Âdem’i daha yakından görsün, tanısın diye… Ve sonra, görüp yaşadıklarına tahammül edemediğinde dalına bir tüfek takıp avcılık bahanesiyle sık sık dağlara, kırlara vurmuş kendini Avşar… Malatya’da sıska çiçekli, kevenli, kekikli, yavşanlı kırlara; Iğdır’da Ağrı eteklerinde, billur pınarlı, menekşeli, nergisli vadilere sığınmış. Kuşu, böceği, çiçeğiyle tanımış bozkırı… Tanımakta ne ki, bozkırdaki canlılarla konuşmuş, ahbap olmuş… Ve sonra, dilsizlerin dili olmayan kalem kırılsın, deyip başlamış yazmaya…
O olmasa kim yazacaktı Bizim Evin Kıblesi’ni, Muhterem’i, Beyaz Bulut’u, Ağaçtan Atlar’ı, Türbenin Delisi’ni, Tövbekarlar’ı, Molla Emmi’yi, Kerem’i… Bu hikâyelerdeki kahramanlar, Avşar’ın yaşadığı bozkırın solan çiğdemleridir aslında…
Bence Sait Faik denizin; İmdat Avşar bozkırın sesidir. Sait Faik, Adalar’ı, denizi, balığı, balıkçıyı, yosunu, martıyı, midyeyi ne kadar tanırsa, Avşar da bozkırı, kavağı, söğüdü, kargayı, serçeyi, angıtı, turnayı, göğbaşı, gelinciği, sümbülü, çiğdemi o kadar tanır. Bugüne kadar yüzlerce kalem işledi bu konuları. Ama bir siyasî görüşü veya bir doktrini ispat etme kaygısı başlayınca, samimiyet uçup gidiyor. Ben Avşar’ın hikâyelerinde, Cahit Külebi’nin şiirlerindeki içten sadeliği ve bir bozkır sevdalısı olarak biraz da kendimi buldum.
Avşar, klasiklerimizle beslendiğinden, yenilik adına akranlarının düştüğü garâbete düşmüyor. Üslûbu ve dili kullanışı da öylesine yalın, öylesine kıvraktır Avşar’ın. Bilinen, mûnis, alışılmış kelimelerle yeni, çarpıcı bir eda yaratıyor. Onun hikâyelerinde eseri daha cazip kılmak için içten içe bir de mizah rüzgârı esiyor.
Avşar’ın ilk hikâyesinin tarihine bakılırsa, yazmaya başlayalı iki yıl olmuş ancak iki yılda kırka yakın hikâye; hem de kaliteden hiç taviz vermeden… İnanılır gibi değil. Belki de yıllardır yazmamanın acısını çıkarıyor, akranlarıyla arasındaki mesafeyi kapatıyor olmalı. Bu kitaptaki hikâyelerden bazıları bir çekirdek olayı işlerken bazıları Çehovvâri durum hikâyeleri…
Avşar’ın kalemi öyle nefesli, muhayyilesi öyle işlek, güçlü ki, dizgini biraz bıraksa bazı hikâyeleri romana doğru gidecek hissini veriyor. Kim bilir, ilerde İmdat Avşar imzalı romanlar da okuyacağız… Onun yazma serüveni de bir garip… Yıllarca okumuş, dinlemiş, gezmiş, hayâlhanesinde binlerce duyum, olay ve görüntü biriktirmiş fakat yazmamış. Bir kültür şöleni dolayısıyla onun görev yaptığı Iğdır iline gitmiştim. Tanıştık ve arkadaş olduk. Ama sanki yıllardır tanışıyormuşuz da sohbete kaldığımız yerden devam ediyor gibiydik. Ondaki çevreye dikkat, olaylara karşı duyarlılık, folklorumuza olan vukuf ve bilgi birikimi çok şaşırtıcıydı. Konuştukları, bende sanki yazılmamış hikâyeler intibaını uyandırıyordu. “Bunları yazsana” dedim… Ben Ankara’ya döndüğümde, birkaç ay geçmeden pırıl pırıl hikâyeler ve şiirler gelmeye başladı. Hem hikâye, hem şiir yazıyordu Avşar. Hayret, hiç acemilik kokmuyordu bu mahsuller… Sanki yılların hikâyecisi vardı karşımızda. Bir bahtıbaran yağmuru, bir sel gibi birden bire doğmuştu bu yazılar. Böylece sanatın ilhama dayalı, hikmetli, aziz bir şey olduğuna bir kere daha inandım.
Bu arada biz de Ankara’da Avrasya Yazarlar Birliğini kurmuş, onun yayın organı olan ve bütün Türk Dünyasına hitap eden Kardeş Kalemler dergisini çıkarmaya başlamıştık. İmdat Avşar’ın yazılarıyla daha da zenginleşti dergimiz. Ve onun hikâye ve şiirleri, Kazakça, Kırgızca, Türkmence, Tatarca ve Azerbaycan Türkçesine çevrilerek bu ülkelerde yayımlandı. Onun hikâyeleri kısa zamanda Altaylardan Tuna’ya kadar bütün Türk Dünyasında okunmaya başladı.
Ortalığı ham, kekre, tercüme kokan yazıların istila ettiği bir devirde Avşar gibi, öğrencilerimize örnek gösterilecek ışıklı bir Türkçe’yle yazan kalemlerin sayısı sanıldığı kadar çok değil.
Tam da zamanında imdadımıza yetiştin İmdat! Hoş geldin, gönlüne kalemine bereket, diline sağlık…
EVİN YIKILSIN HACİ
Ziya AVŞAR’ a
Bir deli yağardı ki kar… Kayabaşı Mahallesi’nin derme çatma kerpiç evleri titrer, elden ayrı üşürdü Abdallar kışın. Duvarlarda boynu bükük kalırdı oyma sazlar, yanık kemanlar, keçi derisi davullar, erik zurnalar… Her kış elleri yanlarına düşerdi gariplerin.
Yazın vızır vızır mahalleye gelip giden arabaların, düğün daveti veren Ağaların izi yiter, kış gelince görünmez olurlardı. Yağan karı dulda yerlere yığan rüzgâr kurt gibi ulur, Abdallar Mahallesi’nde alıcı bir kuş gibi dolanırdı. Susardı tüm davullar, zurnalar, sazlar ve suyu soğulmuş değirmene dönerdi kerpiç evler…
Ne duvar diplerinde abdal kocalardan zurna, saz, keman dersi alan kara yağız uşaklar ne kapının önüne çatılmış ocaklarda, çalı çırpı yakarak isli güğümlerde çay pişiren çileli abdal anaları ne de gazoz kapağından zilleri ile kardeşlerine eşlik eden saçları perişan kızlar… Hepsi kışın soğuk peçesindeki kerpiç evlerde, anasını bekleyen kuş yavruları gibi baharı beklerlerdi…
Siperi kırık şapkası, yakası tifsimiş gömleği, kavruk yağız tenleri ile emmilerimize benzerdi abdal kocaları. İri, siyah gözleri, perişan zülüfleri ile analarımıza benzerdi abdal kadınları ama onları bir başka keserdi yokluk kılıcı. Tarla yok, tapan yok! Çift yok, çubuk yok! Od yok, ocak yok! Un yok, uğra yok! Kışın, abdal evlerinde bir çaresizlik, kerpiç evlerin pencerelerinde de acı poyraz kol gezerdi. Dolanır, çevrilir de her kış yeniden gelirdi “Kırkın Kıtlığı” ve bir kara deve gibi çökerdi abdalların kapısına.
Geceleri, gübre torbasıyla tahkim edilmiş naylon kaplı pencerelerden sızan körsen ışıklar, Abdallar Mahallesi’nin karla kaplı dar sokaklarının tek rengi olurdu bu mevsim. En kesat aydı zemheri. Ne askere ne gurbete giden ne de Almanya’dan gelen olurdu. Akşamları üç beş kafadar genç, bir araya gelip bir şişe ‘Bozoğlanı’ devirir de birkaç taksi ile Abdallar Mahallesi’ne gelirlerse kapılar aralanır, sokaklar biraz daha aydınlanırdı.
Mahalleye arabalar gelince, benzine kan yürürdü abdal çocuklarının, arabaların farları büyütürdü gözbebeklerini. Babalarının, bu “Ağa,” ya da “Ağanın oğlu” dediği emmileri, onlar da severlerdi. Ağalar gelip de babalarını götürünce, eve somun ekmek, bisküvi, gofret, helva, elma, mandalina… gelirdi.
Kışın, mahalleye gelen gençlerin isteğine göre ya bir ince saz ya da bir davul zurna ekibi kurulurdu. Çakırkeyif gençler, Kör Bekteş’ in evine varırlardı önce. Kör Bekteş’ in Âdem, onların istediği çalgı ekiplerini bir çırpıda tamamlar, abdalları arabalara taksim eder, kendisi de en son binerdi. Âdem, daha davulu dalına alır almaz gençler coşar: “Vur usta! Vur!” diye bağırırlar, bu arada davulun üstüne de birkaç ‘göö binlik’ düşerdi.
Ağa ister de abdal ölmez mi? Âdem, uçuşan binlikleri görünce, çomağını çeker, davula değil yokluğun yüzüne yüzüne vururdu. Kan, damarlarında tazyikle dolanır, kollarına taze bir kuvvet gelirdi böyle akşamlarda. Üşüyen elleri ile babasının yanına yanaşan Güççük Bekteş, nefesini doldurup başını yukarı kaldırır, dedesi Kör Bekteş’ten bellediği yanık havalar ile acı acı inletirdi ortalığı. Zurnanın yanık sesi, Abdallar Mahallesi’nin resmini çizerdi böyle karlı gecelere…
“İnce