Arkadaşlar çağırmasa gelmezdim. Hiç dışarı çıkacak gücüm yok… Bereket versin kimse bilmiyor; sadece aile içinde konuşuluyor. Ah Nagihan ah kızım! Gümrük Han’ın ortasından geçen su yaz sıcaklarının başlaması ile iyice azalmıştı. Yaşlı çınar ağacının dibindeki gölgelikte, eskidiği için yaslanınca sallanıp cızırtılı, inlemeyi andıran sesler çıkaran tahta masanın etrafında demli çaylarını yudumlayıp domino oynayan, neşeli, konuşkan arkadaşlarımı izlerken gövdem orada; ruhum içimi kanatan derdimin peşindeydi.
İyice bunaldım! Çok sıkıldım! İçim kapkara! Çayım çoktan bitti. Hâlbuki geleli yarım saat bile olmadı. Etraftaki kalabalığı kederle seyrettikten sonra ayağa kalktım. Fakat sendeleyince eski tahta masaya tutunmaya çalıştım. Domino oynayan arkadaşlarım bendeki sıkıntının farkında değildi. Onlara bir şey hissettirmemeye çalışmıştım. Bu utançla nasıl yaşarım Allah’ım! diye düşünürken tutunduğum eski tahta masanın kenarını üstündeki kirli örtüsü ile birlikte sıktım. Sonra arkadaşlarım hayırdır neden erken kalktın der gibi topluca yüzüme baktılar.
“Sıcaktan bunaldım, kendimi iyi hissetmiyorum eve gidip yatacağım.” dedim ve oradan ayrıldım.
Sonra Gümrük Han’ın heybetli, büyük kapısına kadar gidip gidemeyeceğimi düşünmeye başladım. Kendimi hiç bu kadar çaresiz ve zayıf hissetmemiştim. Üstümdeki ceket sıcağı üç misli arttırıyordu. Çıkaramıyorum; belimdeki tabanca görünmesin diye. Küçük erkek kardeşim içimizde en hırçın, en geçimsiz olandı. Rahmetli babam “Buna dikkat edin.” derdi hep. İnsan çocuğunu tanımaz mı? Söylediği de oldu zaten. On üç yıl önce Mardin’in Nusaybin ilçesinde, Suriye sınırına yakın köyümüzde arazi anlaşmazlığı yüzünden tarla komşumuz tarafından başı taşla ezilerek öldürülmesinden sonra taşımaya başladım; bir daha da çıkaramadım. Düşmanın nereden ne zaman geleceği belli mi olur? Daha fazla kan dökülmesin diye diğer erkek kardeşlerimle oturup konuştuk ve Urfa’ya göç etmeye karar verdik. Fakat şimdi neden bunları düşünüyorum ki?
Beş yıl sonra, katledilen kardeşimin küçük oğlu Nezir, Nusaybin’e giderek Zeynel Abidin Camii önünde yürürken bulduğu katilin büyük oğluna iki el ateş edip onu öldürmeye çalışmış ama başarılı olamamış. İblisin oğlu hafif yaralanmış ve ifadesinde polise “Ateş edeni görmedim.” demiş. Ölüm korkusu içinde bunca zaman yaşamak kolay mı? Sinirlerim çok yıprandı çok… Ama bütün bunları hatırlamasam daha iyi olacak. İki aile arasındaki husumet senelerdir devam ediyor. Bak yine aynı konuya döndüm. Yıllardır düşünmekten bıkmadın mı ha?
Çarşı çok kalabalıktı. İnsanların arasında ilerlerken soğuk soğuk terliyorum. Pantolonumun arka cebinden mendilimi çıkarıp alnımdan, şakaklarımdan, boynumdan süzülen ter damlalarını siliyorum. Belimdeki tabancanın kabzası canımı acıtıyor. Kalabalığın içinde boğulacakmışım gibi göğsüm sıkışıyor. Nefes almakta ve yürümekte zorluk çekiyorum.
Ne kadar şansızmışım ben, felaketler hiç peşimi bırakmadı ki! Oğlum Başer’in, İzmir’den gelirken Uşak’a on kilometre kala geçirdiği trafik kazasından sonra kaldırıldığı Uşak Devlet Hastanesi morgundaki morarmış yüzü hiç gözümün önünden gitmiyor. Ah keşke onun yerine o gün ben ölseydim! Ölen o gün o değildi bendim! Ya bugün yaşadıklarım? Ah Nagihan ah! Yaşamak ne güç şeymiş Allah’ım! Düşmemek için yanımda yürüyen genç adama tutunuyorum. Yandan görünen zayıf çehresi Başer’e benziyor.
“Amca iyi misiniz?” diyor kolundan tuttuğum genç. Hayal mi görüyorum; yanımda duran sanki ölen oğlum. Yüzüm ne hâlde bilmiyorum. Sadece heyecanlı genç bir sesin, “Bana tutunabilirsiniz.” dediğini duyuyorum. Bütün gençler birbirine benziyor; temiz, hayatın kirine pasına bulaşmamış… Gençlik işte, acemilik işte, diye düşünürken ona değil de sanki Başer’e bakıyorum.
“Sağ ol oğlum Allah seni sevenlerine bağışlasın!”
Kalabalığın ötesindeki dolmuş durağı nihayet göründü. Ah Nagihan, ah kızım ah! İnşallah oraya ulaşamadan ölürüm de kurtulurum bu acıdan!
Güneş ışıkları hiç bu kadar canımı yakmamıştı. Durağa ulaştığımda iyice titriyordum artık. Dolmuştan inip apartmanın önüne geldiğimde tükendiğimi anlamıştım. Alt katımızda oturan Öğretmen Rıza’nın on yaşındaki oğlu apartmanın tozlu bahçesinde yaşıtları ile oynuyordu. Onu yanıma çağırıp bizim evde kim varsa aşağı getirmesini istedim. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Karım Hatice ile kızım Leyla’nın telaş içinde apartmanın eski ve kirli kapısından koşarak çıktığını gördüm. Koltuk altımdan destek vererek beni yukarı çıkardılar. Yatağıma uzatmadan önce, ceketimi çıkarıp tabancamı belimden aldıklarını, sislerin gerisindeki bir görüntü gibi hatırlıyorum. Alnıma soğuk suyla ıslatılmış bir bez parçası koyup bana endişe ile baktıklarını fark ediyorum.
Bir ara öldürülen kardeşimin oğlu, Nagihan’ın sözlüsü Nezir’i gördüm; yüreğimin üstüne iri bir kaya parçası düştü sanki. Fakat ne oldu bilmiyorum kendimden geçmişim. Sonra irkilerek uyandım. Nagihan’ı sordum ama odada kimse olmadığı için sesime ses veren olmadı. Cayır cayır yanıyorum. İçim bayıldı, yine kendimden geçmişim. Rüyamda mı yoksa gerçekten mi oldu farkında değilim; Nezir’in bağırmasını duydum sanki ve gözlerimi açmaktan korktum. Bu dengesiz çocuk beni çok ürkütüyor çok! Uyur uyanık bir hâldeyim. Başım çok şidetli ağrıyordu. Bu ilk defa oluyordu, canım çok yandı. Diğer bütün düşündüklerimi unuttum, “Ölüyorum herhâlde.” dedim ve kelime-i şehadet getirdim.
Telaşla gözlerimi açtım yardım istemek için. Odanın içinde yine kimse yoktu. Güçlükle başımı doğrultup baş ucumdaki sehpanın üstünde, tepsinin içindeki bir tabak pirinç çorbasına ve yarısı dolu cam su bardağına acıyla baktım.
“Haticeeee!” diye inledim.
Koşarak geldi Hatice. Evlendiğimiz günden beri yüzünde görmeye alışık olduğum endişe hâli şimdi çok daha fazlaydı. Gözleri kızarmıştı; ağlamış olmalı!
“İyi değilim Hatice!”
Her zamanki suskunluğuyla sesini çıkarmadı. Çaresizce, sırf bir şeyler yapmak için tepsideki bardağı alıp dudaklarıma değdirdi. Yüzümü buruşturdum yaptığını beğenmeyerek. Alnımdaki bezi soğuk suyla ıslatarak tekrar getirdi.
“Nagihan nerede?” dedim.
Duymamış gibi hiç sesini çıkarmadı. Yüzündeki endişe içimi acıtıyordu.
“Morarmışsın!” dedi korkulu bir sesle.
Ben de korkuyordum ama göğsümdeki acının ve başımdaki ağrının azalmayıp artması daha da kötüydü. Sonra da hayal görmeye başladım herhâlde. Nusaybin’de Çağçağ Deresi kenarına ailece pikniğe gitmişiz. Annem haşlanmış yumurta, pul biber, sumak, yeşil soğan, maydanoz, ev ekmeği getirmiş. Etraf çok kalabalık, ben babamın yanında kıvrılmış çevreyi seyrederken ölen kardeşim dere kenarındaki küçük su kaplumbağalarını yakalayıp kabuklarını taşla kırmaya çalışıyordu. Ayağı kayıp dereye düşünce korkuyla kendime geldim. Fakat gücüm yine iyice tükendi, etraf karardı ve ıssız bir boşluğa düştüm. Hatice’nin ne yaptığını bilmiyorum. Herhâlde benim kendimden geçtiğimi görünce odadan çıkıp ağlamasına bir kenarda devam etmiş olmalı.
Bahar hangi şehirde bu kadar kısadır bilmiyorum; ama ben bu duruma nasıl düştüm onu kesinlikle biliyorum. Hava çok sıcak ve bunalıyorum. Gencim, toyum, cahilim; ne derseniz deyin işte…
Duygularıma yenildim ve aklım önce isyan sonra iflas etti. Oysa iyi şeyler yaşamak istemiştim. Her şeyi yüzüme gözüme bulaştırdığım, çok kötü bir işin içinde olduğum için mutsuzum. Korkuyorum! Daha çok gencim ve on dokuzuma yeni girdim. Kimin hata yapma hakkı yok ki? Nasıl mükemmel olabiliriz? Hele benim gibi genç ve bir tutam mutluluğa hasretseniz ve hayattan çok şey istiyorsanız nasıl hata yapmazsınız? Hata yapacağım diye öğrenmekten, dahası yaşamaktan nasıl vazgeçilebilir? Kendimi mi kandırıyorum? Bunun ne yararı olabilir ki? Mutlu olabilmenin yollarını tam olarak bilmedikten sonra, mutlu olmayı istemek ne işe yarar ki? Girdiğim yolun sonu sanki çıkmaz; bunu hissediyorum ve zihnimin içindekiler artık taşıyamayacağım kadar ağır!
Ayaklarım beni kaygıyla Salih’e doğru sürüklerken sebep olduğum sorunun ızdırabı ile ağlamamak için kendimi güç