NURCİHAN: Şahın hemşiresi
BEHREVER BANU: Şahın kerimesi
MİHRİDİL: Behrever Sultan’ın dayesi
MİRZA HÜSREV: Vezirzade ve serdar
AHŞİD: Behrever’in hizmetinde memur zenci lala
BİRİNCİ FASIL
Perde açılınca Hint ağaç ve çiçekleriyle müzeyyen bahçe görünür. Bahçenin bir tarafında şemsiye altında Behrever ile Mihridil otururlar. Öbür tarafında Hüsrev Mirza bir ağaç altında uyur görünür. İki tarafa nezaret edebilecek bir köşede birkaç hadım ağası ile nazır-ı harem-i emir Ahşit müşahade olunur.
BİRİNCİ MECLİS
Behrever, Mihridil
MİHRİDİL: “Efendimi pek mahzun görüyorum, deminden beri niçin elinizi yüzünüze örter de kederli kederli düşünürsünüz? O parlak cemalinizi bahar bulutuna tutulmuş güneş gibi hem ağlayıcı hem de ağlatıcı bir hâlde gördükçe yüreğim paralanıyor!..”
BEHREVER: “Dayeciğim, bir şeyim yok… Ah!”
MİHRİDİL: “Hiçbir şeyiniz yok da yalnız gönlünüzde bu ahlar mı var? Sultanım gibi bir padişah kerimesinin, bir millet nur-ı didesinin hiçbir kederi yok iken durup durup da birkaç defada bir kere içini çektiğine ne mana vereyim?”
BEHREVER: “Dayeciğim! Başım ağrıyor…” (kendi kendine) “İçim sıkılıyor… Ya Rabbi ne müşkül iş, söylesem bir bela… Söylemesem başka bir eziyet…”
MİHRİDİL: (mütecahilane) “Şimdi çıldıracağım, Allah aşkına derdiniz nedir?”
BEHREVER: (hiddet-ü infial ile) “Daye, sen zaten çıldırmışsın! İşte hiçbir şeyim yok, biraz başım ağrıyor dedim ya! Arada bir lakırtı mı çıkaracaksın? Bugün güya eğlenmeye geldim. İçime zehir ettin!..” (gitgide sesi titreyerek) “Hiçbir bela âleminde eğlence mi olur!..” (hafif hafif ağlayarak) “Hiç sizin elinize düşen adam, yüzünde şebnem kadar gözyaşı bulunmayınca bir gülün müddet-i hayatı kadar olsun gülmeye, açılmaya kudret mi bulur?”
MİHRİDİL: “Ben sizin neyi merak ettiğinizi anladım. Fakat benden niçin sakladığınızı anlayamıyorum.”
BEHREVER: (hiddetini istihza ile setre çalışarak) “Ne anladınız bakalım? Hiç olmadık bir şey anlamak da galiba yeni çıkma bir keramet olacak! Vallahi tuhaf şey!” (kendince istihzasını teşdit ederek) “Dayeciğim dur sana söyleyeyim: Ama hatırın kalmaz a benim acayip bir derdim var lakin bilmem nedendir İbn-i Sina bile kitabına yazmamış! Sen hekim olur da şunu bir keşfedebilirsen artık padişah babama söylerim, seni bakalım vezir mi eder? Ne yapar? Orasını kendisi bilir.”
MİHRİDİL: (kendisini toplayarak) “Ben hırsız atı arkasında, esirci kırbacı altında ezile ezile büyümüş bir biçare halayık iken; Cenabıhak sizin vücudunuzla mesrur ettiği zaman, bir padişahın göz bebeğini kucağında büyütmek devletine nail olduğum için şimdi sayenizde esirler kullanıyorum; hanzadeler kadar itibar görüyorum; bir cariye parçası iken sultan yanında oturuyorum, padişah iltifatına nail oluyorum!..”
BEHREVER: (lakırtısını keserek) “Daye sus! Beni durup dururken uzun uzadı lakırtılarınla sen mi hasta edeceksin?”
MİHRİDİL: “Değil efendim! Lakırtımın nereye varacağını bildiniz de onun için canınız sıkılıyor. Lakin ne yapayım! Ben o kadar nimetin, o kadar devletin mukabilinde size hıyanet mi edeyim? Sizi bu hâllerde görüp de susayım mı? Padişah hizmetindeyim, hayatım pederinizin dudaklarında duruyor! Bir nefes alsa bir lakırtı söylese mahvolur gider!”
BEHREVER: (gittikçe sükûnet ve istihzasını tezyit ile kahkahalardan sonra) “A!.. Dayem çıldırdı! Biçare kadın! Aman şurada yatan adam belki hekimdir. Hazır yanımızda… Çabuk yetişmiş olur.”
MİHRİDİL: (kemal-i cidd ü ehemmiyetle) “Sultancığım… Sultancığım! İşte senin gönlünü o hekim zannettiğin delikanlı zehirliyor işte…”
BEHREVER: (lakırtısını keserek) “Daye!.. Ne söylüyorsun, sen gerçekten mi çıldırdın?”
MİHRİDİL: (hiç lakırtısını dinlemeyerek) “İşte başımıza gelen belaların, gelecek kazaların hepsine sebep odur! Her gün sabahtan akşama kadar çıldırmış gibi köşkünüzün altında dolaşıyor. Siz de sabahtan akşama kadar yapışmış gibi pencere önünde oturuyorsunuz!.. Nereye gitsek ya o da mevut bulunuyor ya siz de birkaç dakikanın içinde kaçıyorsunuz.”
BEHREVER: (hayretle) “İftiracıya bak! Hiç tesadüfü düşünür mü?”
MİHRİDİL: “Böyle her gün görünen bir tesadüfü düşünmek değil, tesadüf bahanesini sizin düşünüp de bulduğunuza bile taaccüp ederim… Sultancığım! Ben senin gerçekten bir sadık cariyenim, dünyada ne gördümse senin yüzünden gördüm, dünyada senden başka sevecek bir şeyim yok! Sözümü cankulağıyla dinle: Sizin gibi büyüklere heves yakışmaz… Padişah pederin sana münasip kim ise onu bulur. Kim bilir senin nikâhında kaç türlü faide düşünmüştür.”
BEHREVER: (nihayet derecede telaş ile) “Daye sus! Vallahi başkasına varmam!”
MİHRİDİL: “Gördünüz mü? Ben size seviyorsunuz demedim mi?”
BEHREVER: “İşte seviyorum, babamdan da canımdan da ziyade seviyorum… Gönlümün bir dolgunluk zamanına rast getirdin, sırrımı ağzımdan kaptın! Ne kazandın bakayım?”
MİHRİDİL: “Cariyeniz bir şey kazanmadım. Fakat sultanım pek çok şey kazandınız. Hakikat-i hâli söyleyeceğim; hem her gün söyleyeceğim hem her saat söyleyeceğim! Zannederim ki siz de daima dinleyeceksiniz de matlubunuzun hasıl olması pek kolay bir şey olmadığını anlayacaksınız; o hevesten vazgeçmeye çalışacaksınız.”
BEHREVER: (titreyerek) “Daye istemem, bana öyle lakırtılar söyleme! Yüreğin taştan mıdır, nedir? Hem sırrımı biliyor hem hâlimi görüyor da yine bak neler söylüyorsun…”
MİHRİDİL: “Eğer bu sözlerime müsaade buyurmaz iseniz padişah pederiniz…”
BEHREVER: (bayılmak derecesinde… gayet hazin fakat sert bir sesle) “Sus, şom ağızlı! Bak mezar taşı gibi başımın ucuna dikildi; beni ölü kıyafetine getirdi!”
(Behrever bayılır, Mihridil pek ziyade telaş ile alnına, yüzüne, gözüne su serpmeye başlar.)
BEHREVER: (baygın bir hâlde) “Hüsrev, Hüsrev! Allah seni bana nasip etmeyecek mi?”
MİHRİDİL: “Baygınlığı da uykusuna benziyor! Yine dilinde Hüsrev’den başka bir söz yok! Ben de gerçekten ne taş yürekliymişim, bu kadar sevdiğini kim bilirdi? Zavallı kızcağız bu kadar devletler, saltanatlar arasında iken çektiği gönül azaplarına bak!.. Şimdi ben ne yapayım? Aman Allah göstermesin, onu cenaze, kendimi gerçekten başı ucunda mezar taşı zannediyorum.” (bağırarak) “Lala!”
İKİNCİ MECLİS
Behrever, Mihridil, Ahşid
AHŞİD: (şemsiyenin yanına gelerek) “Ne var daye?”
MİHRİDİL: “Ne olacak? Hâlini görmüyor musun? Bir kere baksana, ölüden hiç farkı kalmış mı?”
AHŞİD: (birdenbire telaş ile) “Daye ne oldu? Buna ne yaptın? Şimdi söyleyeceksin!.. Şimdi! Yoksa cehennem zebanilerinin elinden kurtulabilirsin, yine benim elimden kurtulamazsın! İnsan velinimetine böyle mi hizmet eder? Seni saçından sürükleye sürükleye padişahın huzuruna götüreceğim de öyle geberteceğim! Şimdi sebebini söyle diyorum…”
MİHRİDİL: “Lala! Ben sebebini nereden bileyim? Hekim değilim ya! Keyifsizlendi… Ne yapayım? Benim ne kabahatim var?”
AHŞİD: “Şu meluna bak! Lakırtıları ağzından parça parça dökülüyor. Ciğeri parçalanasıca! Beni aldatacak. Bir kadının yalanına kapılacağım öyle mi? Buna bir şey oldu diyorum, sebebini soruyorum, lakırtı anlamıyor musun? Yoksa eceline mi âşık oldun?” (birdenbire tezyid-i hiddet ile belindeki hançeri çekip Mihridil’in göğsüne dayayarak) “Ah kâfir! Mutlak sen bunu zehirledin!”
MİHRİDİL: (kendini zorla Arap’ın elinden kurtararak) “Zehirledim mi? Ağzın kapansın! Zebani suratlı fellah! Onun