Ömer Seyfettin, 1884 yılında Balıkesir’e bağlı Gönen’de dünyaya geldi. Gönen’de başladığı ilkokulu, İstanbul’da tamamladı. 1903 yılında Mekteb-i Harbiye’den mezun oldu. Subay olarak Osmanlı Ordusunda görev aldığı yıllar Balkanlar’da ayaklanmaların başladığı yıllardı. Ömer Seyfettin de Balkanlar’da çetelerle mücadele için görevlendirildi. Balkan Savaşı’nda Yunanlılara esir düştü. Esaretten kurtulunca İstanbul’a döndü. İstanbul’da Kabataş Lisesinde edebiyat öğretmenliğine başladı.
6 Mart 1920 tarihinde şeker hastalığından vefat etti. Mezarı İstanbul’dadır.
Selanik’te çıkarılan “Genç Kalemler” dergisinde 1911 yılında yayımlanan yazılarıyla dikkatleri üzerine çekti. Arkadaşı Ali Canip ve Ziya Gökalp’le birlikte Millî edebiyat akımını başlattılar.
Ömer Seyfettin Türkçeyi çok seviyordu. Otuz altı yıllık kısa ömrüne çok sayıda hikâye, şiir, roman, makale, fıkra ve masal sığdırdı. Türk edebiyatında hikâye denince ilk akla gelen isimlerden biri Ömer Seyfettin’dir. Onun hikâyeleri pek çok dile çevrilmiştir. Ömer Seyfettin, Türkiye’de en çok okunan yazarlardan biridir.
Ömer Seyfettin’in hikâyelerini konularına göre beş başlık altında toplamak mümkündür:
1. Türk-İslam tarihinin kahramanlık, iman ve fazilet devirlerini işleyen tarihî hikâyeler.
2. Türk folklorundan, bilhassa Anadolu efsanelerinden alınmış hikâyeler.
3. Balkan Savaşı’nı ve Balkanlar’da Müslüman-Türk milletine karşı girişilen soykırımı anlatan hikâyeler.
4. Yazarın kendi çocukluk yıllarını anlattığı hikâyeler.
5. Siyasi ve sosyal hadiseleri konu alan hikâyeler ile boş inançları anlatan hikâyeler.
Siz bu kitapta, Ömer Seyfettin’in kendi çocukluğundan hareketle yazdığı hikâyelerden bir seçki okuyacaksınız. Okuyacağınız bazı hikâyeler ise Türk-İslam tarihinden alınmıştır. Sizin severek okuyacağınız hikâyeleri bu kitapta topladık. Hikâyeleri kitapta sıralarken ilk yayımlandıkları tarihleri dikkate alarak kronolojik bir sıralama yaptık. Bu kitaptaki ilk hikâye 1909 yılında yayımlanmıştır. Diğer hikâyelerin ise çoğunun ilk yayımlanma tarihi 1919’dur.
Ömer Seydeddin, Türkçemizi en güzel kullanan yazarlarımızın başında gelmektedir ancak o, aramızdan ayrılalı nerdeyse bir asır olmuştur. O zaman kullanılan kelimelerden bazılarını bugün kullanmıyor olabiliriz. Bu nedenle kitaptaki hikâyeleri okurken anlamadığınız kelimelerle karşılaşırsanız pes etmek yok, sözlüklere bakmalısınız.
Çocuklar geleceğimiz, biz geleceğiz, diyorsak bunun sözde kalmaması için yetişen yeni nesillere iyi bir ana dili şuuru vermemiz ilk görevlerimiz arasında olmalıdır. Dilin sadece bir anlaşma vasıtası olmadığını, iyi bir kültür taşıyıcısı olduğunu unutmamalıyız. Bunun için de hem tarihî olarak geçmişimize hem de coğrafya olarak kültürümüzün yaşadığı her yere ulaşmak ve aydınlık bir gelecek kurmak istiyorsak kelime hazinemizi mümkün olduğunca zenginleştirmek mecburiyetindeyiz.
Birleşmiş Milletlerin 2006 yılında yayımladığı bir araştırmanın sonuçlarına göre, 5. sınıfta okuyan çocuklar Batı Avrupa ülkelerinde 11 ila 13 bin kelime biliyorlar. Suudi Arabistan’da bu kelime sayısı 5 bin dolayında, Türkiye’mizde ise 4 binden düşük. Bu sonuç sizi düşündürmüyor mu? Benzemek için can attığımız(!) Batı Avrupa ülkelerinde “Metin Anlama Dersleri” var. Bizde ise metni anlamaları için çocuklarımızı eğitmek yerine neredeyse bütün metinleri, çocukların seviyesine indirgeme yarışı var.
Biz, böyle bir oyuna gelmemek için, 1900’lü yılların başında yaşayan Türkçe; Atatürk’ün “Nutuk”unu yazdığı Türkçe ile Mehmet Âkif Ersoy’un “İstiklal Marşı”mızı yazdığı Türkçe ile yazılan bu kitabın diline hiç dokunmadık. Çocuklarımızın anlamını bilmedikleri kelimeler için kitaba bir sözlük de eklemedik.
Sevgili çocuklar; biz, kendimizi sizin yerinize koyup, “Çocuklar şu kelimelerin anlamlarını bilmezler.” demek yerine, size kendinizi geliştirmeniz, sözlük kullanma alışkanlığı kazanmanız, okuduğunuz metni kendi gayretlerinizle anlamanız konusunda yardımcı olduk. Kitabın sonuna “Bu Kitap İçin Benim Hazırladığım Sözlük” başlığı altında boş sayfalar ekledik.
Öğrenmenin kalıcılığının sağlanması da ancak bu tür çalışmalarla olur. Şu anda belki bize kızıyorsunuz ama göreceksiniz ki bu tür okumalarla zaman içinde çok daha hızlı ve kalıcı bir gelişme kaydedeceksiniz. Zengin Türkçenizle öğrenemeyeceğiniz yabancı dil, çözemeyeceğiniz sorun kalmayacak. Kendinizi çok rahat ifade eder hâle geldiğiniz için de dostluklarınız kalıcı olacak, çevreniz genişleyecek, aranan insanlar arasına katılacaksınız.
Sevgili çocuklar; kitabın sonuna eklediğimiz çalışmaları mutlaka yapmalısınız.
Sayın anne ve babalar, saygıdeğer öğretmenler; çocukların bu kitabı okurken size soru yöneltmelerine zemin hazırlamayı ihmal etmeyiniz. Kitap için sözlük hazırlamalarında onlara yardımcı olun; evde ve okulda faydalanabilecekleri sözlükleri ve gerekli malzemeleri bulundurmaya çalışın. Kitabın sonunda okurlara yönelttiğimiz soruları belki de yetersiz bulabilirsiniz. Sizler de çocuklara yeni ve farklı sorular yöneltmek suretiyle eserden, okumadan alınacak zevki arttırabilir, temin edilecek faydayı azamiye çıkartabilirsiniz.
Okurlarımız bu kitaptaki hikâyeleri okurlarken hem Ömer Seyfettin’in yaşadığı dönemdeki çocuklarla tanış olacaklar, o dönemin toplum hayatını tanıyacaklar hem de Türk tarihinden bazı olayları yakından öğreneceklerdir.
Her şey gönlünüzce olsun… Size iyi okumalar diliyorum.
HİKÂYELER
İLK NAMAZ
Oh, bu sabah ne kadar soğuktu! Yatağımın hararetlerini terk ettiğim vakit, çılgın fırtınalarla haykırarak, tehditkâr rüzgârlarla camları döverek geçen gecenin bütün bürudetini massetmiş olan soğuk terliklere çıplak ayaklarımı sokunca içimde bakıyye-i leyi bir üşümenin titrediğini hissettim. Hizmetçim tabii uyuyordu, onu bu yakıcı soğukta sıcak yatağından kaldırmaya acırdım. Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici ve parçalayıcı kışın müfteris soğukları yüzümü ve ellerimi tokatladılar. Bu merhametsiz tokatların altında kollarımı sıvadım. Abdestimi aldım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık, bir nefes-i teselli gibi, havlunun altından kollarıma, yüzüme, ıslanmış saçlarıma temas ediyordu. Daha fecr-i sadık uyanmamıştı. Fecr-i kazıbın donuk kırmızı sükûneti gecenin süradık-ı zalam-ı bandını parçalayarak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım. Önümde, zir-i payımdaki bütün evler, ebedî bir uykunun uyanılmaz kâbuslarını itmam ediyor gibi camit ve bîhayat, duruyorlardı. Deniz nâmahdut bir incimad-ı laciverdi ile uyuyor ve fecrin zail gölgelerıyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla nihayetsiz bir hatt-ı fasıl çiziyordu.
Evlerin arasında fakir ve naçiz, fakat bir azamet-i maneviye ile semaya doğru yükselen eski caminin küçük ve ihtiyar minaresi daha boştu. Sonra bu dakika-ı ezeliyette bütün o intiha-yı leyal-i sincabı zulmetler maî bir şeffafıyet-i sürh gibi takattur ederken minarenin şerefesinde genç müezzinin zıll-ı zaifı hareket etti. Ben hırkama bütün bütüne büründüm. Soğuktan büzülmüş ve mütefekkir, bu kâinat-ı melul ü esmere karşı unutulmaz bir hitab-ı uluhiyetin hatırası gibi derinden âkisi ve ruhumu lerzeriş-i haşyet eden ezanı dinlerken, on beş senedir kalkabildiğim bu büyük ve meşbu-ı ruha-niyet sabahların birincisini düşünüyordum. Ah on beş sene evvel…
Şimdi muhit-i tesellisinden ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada en sevdiğim, dünyada yegâne perestiş ettiğim bu vücud-ı muhterem, işte derhatır ediyorum, on beş sene evvel beni ilk sabah namazına kaldırmış idi. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki ufak karyolamda uyurken bir buse-i esir ü hâr gibi alnımı okşayan nazik eliyle, ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak:
“Haydi Ömerciğim