Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle üç ülke seçtik: “Güneşin Doğduğu Ülke1” Japonya, rengârenk kültüründen beslenen rengârenk masallarıyla Hindistan, uzun ve karanlık kış gecelerini zengin masal geleneğiyle aydınlatan Rusya.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Pirinç Çuvalının Efendisi
Çok eski zamanlarda, Japonya’da cesur bir savaşçı yaşarmış. Herkes ona, “Tawara Toda" yani “Pirinç Çuvalının Efendisi” dermiş ama asıl adı Fujiwara Hidesato imiş. İşte bu adı nasıl aldığının çok ilginç bir hikâyesi var.
Hidesato, gerçek bir savaşçının ruhuna sahipti ve boş durmaya dayanamazdı. İşte bu yüzden, günün birinde, maceralara atılmak üzere iki kılıcını kuşandı, kendinden bile uzun olan kocaman yayını aldı, ok kılıfını da sırtına vurup yola koyuldu. Bir ucu güzel Biwa Gölü’ne dek uzanan Seta-no-Karaşi köprüsüne geldiğinde henüz fazla uzaklaşmamıştı. Köprüye adım atar atmaz, tam önünde uzanmış devasa yılan ejderhayı gördü. Gövdesi öyle büyüktü ki dev bir çam ağacının gövdesine benziyor ve bütün köprüyü genişlemesine kaplıyordu. Kocaman pençelerinden biri köprünün korkuluğuna dayanmış, kuyruğu ise öteki tarafa doğru uzanıyordu. Canavar uyuyor gibi görünüyordu ama her nefes alışında burun deliklerinden alevler ve dumanlar fışkırıyordu.
Hidesato, bu korkunç sürüngeni tam karşısında ilk gördüğünde korkusuna engel olamadı. Ya geri dönecekti ya da canavarın üzerinden geçecekti. Ama o cesur bir adamdı ve bütün korkusunu unutup gözünü kırpmadan ilerledi. Kart kurt! Ejderhanın üzerinden bir adım attı, sonra kıvrımlarına bastı ve yolunda ilerlerken bir kez bile ardına bakmadı.
Birkaç adım atmıştı ki ardından birinin seslendiğini duydu. Arkasını döndüğünde, ejderhanın tamamen gözden kaybolduğunu ve onun yerinde tuhaf görünümlü bir adam olduğunu görünce çok şaşırdı. Adam, son derece resmi bir şekilde başını önüne eğmekteydi. Omuzlarına dökülen kızıl saçlarının üzerinde ejderha başı şeklinde bir taç vardı ve su yeşili elbisesi deniz kabuklarıyla süslüydü. Hidesato, bu adamın sıradan bir ölümlü olmadığını fark etti ve bu garip olay karşısında oldukça meraklandı. Ejderha bu kadar kısa bir süre içinde nereye kaybolmuştu? Yoksa bu adama mı dönüşmüştü? Peki, bütün bunların anlamı neydi? Aklından bu düşünceler geçerken köprüdeki adama yanaşıp sordu:
“Biraz önce bana seslenen siz miydiniz?”
“Evet, bendim,” diye cevapladı adam. “Sizden bir ricam var. Bana yardım edebilir misiniz?”
“Eğer gücümün yeteceği bir şeyse, elbette,” diye cevapladı Hidesato, “Fakat önce bana kim olduğunuzu söyler misiniz?”
“Ben Gölün Ejderha Kralı’yım. Evim de bu köprünün altındaki sulardadır.”
“Peki, benden ne istiyorsunuz?” diye sordu Hidesato.
“Ezeli düşmanım kırkayağı öldürmenizi istiyorum. Şu uzaktaki dağda yaşar,” diyerek gölün karşısındaki yüksek bir tepeyi gösterdi Ejderha Kral.
“Uzun yıllardan beri bu gölde yaşıyorum. Çocuklarım, torunlarım var. Fakat epeydir korku içindeyiz çünkü canavar kırkayak evimizi keşfetti ve her gece gelip ailemden birini kaçırıyor. Onları kurtaracak gücüm yok. Eğer böyle devam ederse, bütün çocuklarımı kaybettiğim gibi kendim de bu canavarın kurbanı olacağım. Bu yüzden çok mutsuzum. Öyle çaresiz kaldım ki bir insandan yardım istemeye karar verdim. Bu niyetle, belki güçlü, cesur bir adam yoluma çıkar diye köprünün üzerinde o gördüğünüz korkunç ejderha kılığında günlerce bekledim. Ama kim geldiyse, beni görür görmez korkudan ödü koptu ve ardına bakmadan kaçtı. Korkmadan bana bakabilen tek kişi siz oldunuz. Böylece cesaretinizden emin oldum. Bana merhamet etmeniz için yalvarıyorum. Bana yardım edip düşmanım kırkayağı öldürecek misiniz?”
Hidesato, hikâyesini dinleyince Ejderha Kral’ın durumuna çok üzüldü ve ona yardım etmek için elinden geleni yapacağına söz verdi. Savaşçı, yaratığa hemen saldırabilmek için kırkayağın nerede yaşadığını sordu. Ejderha Kral, canavarın evinin Mikami Dağı olduğunu ama her gece belli bir saatte göldeki saraya geldiği için o saate kadar beklemenin doğru olacağını söyledi. Böylelikle Hidesato, köprünün altındaki Ejderha Kral’ın sarayına indi. Tuhaftır ki ev sahibini aşağı doğru takip ederken deniz ikiye ayrılarak geçmelerine izin verdi ve suların içinden yürümelerine rağmen kıyafetleri hiç ıslanmadı. Hidesato, hayatında gölün altında bembeyaz mermerden yapılmış bu saray kadar güzel bir şey görmemişti. Denizin dibinde, tuzlu su balıklarının hizmetçilik yaptığı bu sarayı çok duymuştu; fakat şimdi Biwa Gölü’nün tam kalbindeki bu muhteşem yapı tam karşısında duruyordu. Zarif süs balıkları, kırmızı sazan ve alabalıklar, Ejderha Kral ile misafirine hizmet etti.
Önüne serilen ziyafet sofrasını görünce Hidesato’nun ağzı açık kaldı. Yemekler, kristalize nilüfer yaprakları ile çiçeklerdi; yemek çubukları ise fildişinden yapılmıştı. Oturur oturmaz sürgülü kapılar açıldı ve on sevimli süs balığı dans ederek içeri girdi. Koto ve samisen2 taşıyan on kırmızı sazandan oluşan müzisyen grubu da onları takip ediyordu. Gece yarısına dek zaman su gibi akıp geçti. Hoş müzik ve danslar, kırkayakla ilgili bütün düşünceleri unutturdu onlara. Ejderha Kral, savaşçıya bir bardak daha şarap sunmak üzereydi ki saray birden gümbürtüyle sarsıldı. Sanki dev bir ordu yaklaşıyordu.
Hidesato ve ev sahibi ayağa kakıp balkona koşturdular. İşte o anda savaşçı, tam karşıdaki dağda parlayan iki alev topunun onlara doğru yaklaştığını gördü. Ejderha Kral, savaşçının yanında dikilmiş, korkudan tir tir titriyordu.
“Kırkayak! Kırkayak! O iki alev topu, onun gözleri. Avına geliyor! İşte şimdi onu öldürme vakti.”
Hidesato, ev sahibinin gösterdiği yere baktı. Yıldızlı akşamın loş ışığında, iki alev topunun ardındaki devasa kırkayağın uzun bedenini gördü. Yüzlerce ayağındaki ışıklar, kıyıya ilerleyen deniz fenerleri gibi parlıyordu.
Hidesato’nun yüzünde en ufak bir korku belirtisi yoktu. Ejderha Kral’ı sakinleştirmeye çalıştı.
“Korkmayın. Mutlaka öldüreceğim kırkayağı. Bana sadece yayımla okumu getirin.”
Ejderha Kral denileni yaptı. Savaşçı, ok kılıfında yalnızca üç ok olduğunu fark etti. Yayını eline aldı, çentiğe bir ok geçirdi, dikkatle nişan alıp oku fırlattı.
Ok, kırkayağın başının