Şair, sözlükbilimci, edebiyat eleştirmeni, deneme ve biyografi yazarı Samuel Johnson, 1709 yılında Lichfield, İngiltere’de dünyaya gelir. İngiliz tarihindeki en önemli edebiyat figürlerinden biri sayılan Johnson’ın en çok bilinen eseri olan A Dictionary of the English Language (İngiliz Dili Sözlüğü) ilk kez 1755 yılında yayımlanmıştır.
Dünyaya hastalıklı bir çocuk olarak gelen Johnson’ın çok kısa sürede öleceğine kesin gözüyle bakılır ve doğar doğmaz vaftiz edilir. Sıraca hastalığı, görme ve duyma kaybı, tüberküloz gibi hastalıklarla dolu bir çocukluk dönemi geçirmesine rağmen, öğrenimine henüz 3 yaşındayken başlanır. Annesi, babası ve kuzenlerinden aldığı eğitimin ardından 4 yaşına geldiğinde evin yakınındaki bir okula, 6 yaşına geldiğindeyse bir ayakkabıcının yanına gönderilir. 7 yaşındayken girdiği Lichfield Grammar School’da Latince ve Yunanca öğrenmeye ve şiir yazmaya başlar. Yine bu yıllarda, o tarihlerde henüz bilinmeyen ve teşhisi ancak ölümünden sonra konulabilen Tourette sendromunun belirtilerini göstermeye başlamıştır.
Kitapçı olan babasının maddi problemleri nedeniyle öğrenimi sık sık sekteye uğrar. Oxford Üniversitesi’ne başlar; ancak 1 yıl sonra ayrılmak zorunda kalır. Akademik açıdan kendisinden çok daha aşağıda gördüğü kişiler okula devam ederken kendisinin maddi problemler yüzünden devam edememesi, depresyona girmesine yol açar.
Öğrencilik hayatının büyük bir kısmını kitap okuyarak geçirir. Boş vakitlerinde çeviri yaparak para kazanmaya çalışır. Londra’ya taşınır ve burada bir yandan dergiler için yazılar hazırlarken bir yandan da ilk edebi eserlerini kaleme almaya başlar.
1946’da bir grup yayıncı Johnson’a bir sözlük hazırlaması önerisinde bulunur. 9 yıllık bir çalışmanın ürünü olan A Dictionary of the English Language, modern İngiliz dilinin en önemli çalışmalarından biridir ve Johnson’ın adını duyurması bu çalışma sayesinde gerçekleşmiştir. Bu sözlük, 150 yıl sonra Oxford Üniversitesi tarafından yeni bir sözlük hazırlanıncaya kadar bu dilin en önemli sözlüğü olarak kabul görmüştür.
O dönemde daha fazla sözcük ya da daha detaylı açıklamalar içeren sözlükler bulunsa da hiçbiri Johnson’ın sözlüğünün önüne geçemez. Çünkü bu sözlük, insanların kullandığı şekliyle dili belgelerken sıradan bir kaynak kitap olarak da nitelenemez. Yıllar sonra bu sözlük için “bir edebiyat eseri” yorumu yapılacaktır.
Sözlüğünü yayımlamasından kısa bir süre önce Oxford Üniversitesi’nden yüksek lisans derecesini alan Johnson, 1765’te Trinity Koleji ve 1775’te Oxford Üniversitesi tarafından onursal doktoraya layık görülür.
Sözlüğün tamamlanışının ardından Johnson, edebiyat incelemelerine ağırlık vermeye başlar. Denemeler, açıklamalı notlarıyla Shakespeare oyunları ve İngiliz şairlerin biyografileri bu dönemdeki çalışmaları arasındadır. Arkadaşı James Boswell’le birlikte yaptığı seyahatleri anlattığı A Journey to the Western Islands of Scotland da bu dönemde kaleme aldığı eserler arasındadır.
Aynı tarihlerde yazmaya devam ettiği edebiyat eleştirileri, İngiliz edebiyatı üzerinde önemli bir etki yaratır ve Johnson’ın İngiliz edebiyatının en önemli eleştirmeni olarak kabul görmesini sağlar.
Johnson, geçirdiği bir dizi rahatsızlığın ardından 1784’te vefat eder ve Westminister Abbey’de bir mezarlığa defnedilir.
Kitap Hakkında
İlk kez 1759’da yayımlanan Habeşistan Prensi Rasselas’ın Öyküsü, mutluluk üzerine bir alegoridir. Johnson, başlangıçta “Yaşam Tercihi” olarak adlandırmayı düşündüğü bu romanı, annesinin cenaze masraflarını karşılayabilmek için kısa bir sürede yazmıştır.
Bazı eleştirmenler Rasselas karakterini “Johnson’ın kayıp gençliği” olarak yorumlarken bazıları “İngiltere’nin dünyanın efendisi olduğu yıl” olarak niteledikleri 1759’da yayımlanan bu romanın yükselen emperyalizme bir tepki olarak yazıldığını öne sürer. Ayrıca Johnson bu kitabında, sömürgeciliğe ortam sağlayan klişeleri de reddetmektedir.
İngiliz edebiyatının önemli örneklerinden biri olarak kabul gören bu eserin bahsinin Jane Austen’ın Mansfield Park, Charlotte Brontë’nin Jane Eyre, Nathaniel Hawthorne’un The House of the Seven Gables, Louisa May Alcott’ın Küçük Kadınlar adlı eserleri gibi pek çok ünlü romanda geçtiği dikkat çekmektedir.
1. Bölüm
Vadideki Bir Sarayın Tasviri
Siz! Hülya fısıltılarını saf saf dinleyenler ve umut sandıkları şeyin peşinden hevesle koşanlar… Gençliğin vaatlerinin gerçekleşeceği günü bekleyenler ve bugünün kusurlarının yarın giderileceğini düşünenler… Habeşistan Prensi Rasselas’ın öyküsüne kulak verin!
Rasselas, Nil’in doğduğu topraklara hükmeden kudretli bir hükümdarın dördüncü oğluydu. “Suların atası” bu topraklar üzerinde bereketli nice kola ayrılarak Mısır’ın hasadını dünyanın yarısına dağıtırdı.
Sıcak iklim krallıkları arasında asırlardır süregelen âdetler gereği Rasselas, sıra kendisine gelinceye dek Habeşistan hanedanının diğer asil erkek ve kız çocuklarıyla birlikte özel bir saraya kapatılmıştı.
Antik çağların bilgeliğinin yahut kanunlarının Habeşistan prenslerine sunduğu yer, Amhara Krallığı’nda, etrafını çevreleyen dağların zirveleriyle gölgelenmiş ferah bir vadiydi. Vadiye ulaşan tek geçide, bir kayanın altındaki, doğanın mı yoksa insan çabasının mı eseri olduğu uzun zamandır tartışılan büyük mağaradan giriliyordu. Mağaranın girişi gür bir orman tarafından gizleniyordu. Vadiye açılan diğer ucuysa hiçbir insanın makine yardımı olmadan açıp kapayamayacağı, kadim çağların sanatkârlarının elinden çıkma devasa demir kapılarla kapalıydı.
Vadiye tazelik veren bereketli dereler çevredeki dağlardan iner, vadinin tam ortasında her türden balığın yaşadığı bir gölü meydana getirirdi. Doğanın kanatlarını suya daldırmayı öğrettiği her kuş buraya muhakkak uğrardı. Gölün fazla suları, akıntı sayesinde kuzeydeki dağın karanlık bir kovuğuna girer ve dehşet verici sesleri artık duyulmaz oluncaya dek kayadan kayaya çarpardı.
Dağların yamacı ağaçlarla kaplıydı, dere yataklarında çeşit çeşit çiçek açardı. Her esinti kayalardan hoş kokular kaldırır, her ay yere yeni meyveler dökerdi. İster evcil olsun ister vahşi, çimenlerde yayılan ya da çalıları çiğneyen tüm hayvanlar bu geniş alanda dolanır, dört bir yanı çevreleyen dağlar sayesinde yırtıcı hayvanlardan korunurdu. Bir yanda meralarda otlayan sürüler, öte yanda çayırda oynaşan yabani hayvanlar… Kayalarda sıçrayan haylaz oğlak, ağaçtan ağaca atlayan kurnaz maymun, gölgede dinlenen ağırbaşlı fil… Dünyanın tüm çeşitliliği bir araya getirilmiş, doğanın tüm nimetleri buraya toplanmış ve kötü olan ne varsa dışarıda bırakılmıştı.
Bu geniş ve verimli vadi, sakinlerine yaşamın bütün gereksinimlerini sunardı. İmparatorun çocuklarına yaptığı yıllık ziyaretin vakti gelip demir kapı müziğin sesiyle açıldığındaysa buna daha nice zevk ve bolluk eklenirdi. Sekiz gün boyunca, vadide yaşayan herkesin gözlerden uzak bu yaşam tarzını hoş kılmak, kayıtsızlığı gidermek ve zamanın sıkıcılığını hafifletmek için elinden gelen her şeyi ortaya koyması beklenirdi. Her arzu derhal yerine getirilirdi. Zevke hitap eden tüm sanatkârlar şenliğin eğlencesini artırmaya davet edilirdi. Yalnızca gösterileriyle o büyük saadete katkı sağlayacak olanların kabul edileceği bu şenliklerde müzisyenler armoninin gücünü, dansçılar kıvrak figürlerini ortaya koyardı. Her biri ömürlerini bu büyük saadet esaretinde geçirebilmek umuduyla prenslerin huzurunda hünerlerini sergilerdi. İşte prenslerin inzivası bu tür bir güvenlik ve zevk gerektirmekteydi. Buradaki hayata ilk kez şahit olanlar onun sonsuza dek sürmesini dilerken, demir kapının kilidi üzerlerine vurulanlar bir daha asla dış dünyaya geri dönemedikleri için uzun tecrübelerinin etkisi asla bilinemezdi. Bu yüzden her sene yeni eğlenceler türetilir, esaret için rekabet edecek yeni birileri bulunurdu.
Saray, gölün yüzeyinden otuz adım yüksekteki bir tepeye kurulmuştu. İkamet edecek kişinin mevkiine göre ihtişamı değişen birçok meydan ve avludan oluşuyordu. Çatısı zamanla daha da sağlamlaşan bir harçla birleştirilmiş kocaman taş kemerlere dönüşmüştü. Bina, gündönümü yağmurları ve ekinoks