Sahaf Mendel - Görünmez Koleksiyon - Bir Zanaatkâr ile Beklenmedik Karşılaşma. Стефан Цвейг. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Стефан Цвейг
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6486-24-9
Скачать книгу
olan Zweig’ın annesi İtalyan asıllı ve Yahudi Ida Breattaur, babası ise tekstil işi ile uğraşan Moritz Zweig’dı.

      Stefan’ın kültürlü ve birikimli bir birey olmasını isteyen ailesi, ona çok küçük yaşta eğitim vermeye başladı. Edebiyatla yakından ilgileniyor ve yeni diller öğreniyordu. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Alman şairleri yakından takip ediyor ve kendisine örnek alıyordu.

      Viyana ve Berlin’de Felsefe eğitimi aldı. Yolculuklara çıkıyor ve sürekli hayatında değişen her şeyle birlikte yazmaya devam ediyordu. Öğrenmiş olduğu diller dolayısıyla edebî çeviriler yapıyordu. 1901 yılında da Paul Verlaine ile Baudelaire’in şiirlerini Fransızcadan Almancaya çevirdi.

      Yolculuklarının dönüşünde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Viyana’da karargâhta memur olarak görev aldı. Cephedeki acılara tanık oldukça savaş karşıtı bir tutum sergiledi ve bu görüşü eserlerine yoğun bir şekilde yansıdı.

      Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı. Frederike, iki çocuklu bir kadındı. Çok geçmeden Stefan ve Frederike evlendiler. Stefan burada ünlenmeye başladı ve geniş bir çevre edindi. 1920’lerde Balzac, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine inceleme yazıları yazdı.

      Hitler öncülüğünde gelişen “Nasyonel Sosyalizm” akımı karşısında görülen Stefan’ın adı kara listeye alındı. Karşıt ideoloji kitapları Naziler tarafından meydanda ateşe veriliyordu ve bundan Stefan’ın kitapları da nasibini aldı. Bundan sonra bir anda parmakla işaret edilen Yahudilerden biri olmuştu.

      1934’te evine düzenlenen baskın neticesinde Londra’ya sürüldü. Bu süreçte yayımladığı eserine, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi adını verdi. 1937’de eşinden ayrıldı ve daha sonra 1939’da Lotte adındaki bir kadın ile evlendi. Lotte’ye çok değer veriyordu ve ondan esinlenerek Sabırsız Yürek adlı romanını kaleme aldı.

      Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan öfkeye karşı sessiz kalamayan, temeli insan olan her konuya karşı oldukça duyarlıydı. Londra’da oturma vizesi alamaması, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmasına dayanamıyor, bu durum çok ağrına gidiyordu. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, eşini de alarak Avrupa’dan ayrıldı; önce New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri döndüler. Burada Stefan, Amerigo-Tarihî Bir Hatanın Öyküsü’nü yazdı.

      Bir süre her şey yolunda gibi gitse de Amerika’nın havası ve suyu eşi Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu perçinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya sürüklüyordu. 1941’de de Brezilya-Geleceğin Ülkesi adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Burada Satranç’ı yazdı.

      1941’de Montaigne üzerine inceleme yazısına başlamıştı ki aslında yaşamının son günlerini yazıyordu. 14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki gazetelerdeki kanlı manşeti gördüler: Naziler, Süveyş Kanalı’na doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.

      22 Şubat günü, Stefanların yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hizmetçileri polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzarada, Stefan sırt üstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koymuş bir şekilde bulunmuşlardı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine veda mektuplarını bırakmışlardı.

      Eserleri:

      Acımak, Bir Yüreğin Çöküşü, Dünün Dünyası, Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Yarının Tarihi, Kendileri ile Savaşanlar: Kleist-Nietzsche-Hölderlin, Üç Büyük Usta: Balzac-Dickens-Dostoyevski, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova-Stendhal-Tolstoy, Lyon’da Düğün, Yıldızın Parladığı Anlar, Karışık Duygular, Satranç, Günlükler, Değişim Rüzgârı, Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce, Fouche-Bir Politikacının Portresi, Tehlikeli Merhamet, Amok Koşucusu, Balzac-Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Freud ve Öğretisi, Yakıcı Sır, Ruh Yoluyla Tedavi, Amerigo, Mektuplaşmalar, Buluşmalar, Rotterdamlı Erasmus, Zaferi ve Trajedisi, Clarissa…

      Şule Şenkaya, 1950 yılında Balıkesir’de doğdu. 1960-1980 yılları arasında Almanya’da eğitimini tamamladı. Yüksek Ticaret Bölümü mezunudur. Daha sonra Türkiye’ye dönüp çeşitli illerdeki noter, adliye ve SGK’da yeminli tercümanlık yaptı. Ankara’da önce özel bir şirkette ve daha sonra da Siemens firmasında genel müdür sekreteri ve tercüman olarak çalıştı. 2006 yılında emekli olup Elips Kitap bünyesinde Almancadan Türkçeye kitap çevirileri yapmaktadır.

      SAHAF MENDEL

      Uzak bir bölgeye yaptığım ziyaretten sonra yeniden Viyana’ya döndüğümde, ansızın başlayan ve insanları ıslak kamçısıyla bina girişlerine ve korunaklı yerlere kovalayan bir sağanak yağmura yakalandım ve ben de hemen korunabileceğim bir yer aradım.

      Bereket versin ki Viyana’da her köşe başında bir kafe vardır. Böylece şapkamdan sular damlayarak, omuzlarım sırılsıklam olmuş vaziyette, tam karşımdaki kafeye daldım. İçerisi basmakalıp banliyö kafeleri gibiydi; şehir merkezindeki Almanya’nın yeni moda kafelerini taklit eden müzikli kafelere benzemiyordu. Geleneksel Viyana tarzında, pastalardan ziyade bedava gazeteleri tüketen orta hâlli vatandaşlarla doluydu.

      Kafenin zaten boğucu olan havası şimdi, akşam saatlerinde bir de mavi sigara dumanı halkalarıyla daha da ağırlaşmış olmasına rağmen, yine de yeni oldukları belli olan kadife koltuklarıyla ve parlak alüminyum kasasıyla temiz görünüyordu: Aceleyle girerken, dışarıdan adını okuma zahmetine girmemiştim, zaten ne gerek vardı? Şimdi sıcakta oturmuş, bu can sıkıcı yağmur ne zaman birkaç kilometre uzağa gidecek diye mavi ıslak pencere camlarından sabırsızca dışarıya bakıyordum.

      Böylece hiçbir şey yapmadan orada oturdum ve her Viyana kafesinde olduğu gibi burada da o görünmez, uyuşturucu etkisi olan pasifliğe kapıldım. Boş gözlerle, sigara dumanıyla dolu bu mekândaki suni ışığın, gözlerinin çevresini sağlıksız gri bir renkle gölgelediği insanların her birini tek tek inceledim, kasadaki kadının mekanik hareketlerle garsona her kahve fincanı için şeker ve kaşık vermesini seyrettim, yarı uyur ve bilinçsiz bir vaziyette duvarlardaki önemsiz afişleri okudum. Bu tür bir uyuşukluk neredeyse iyi geldi. Ancak birdenbire garip bir biçimde yarı uyur hâlimden çıktım, içimde belirsiz ve huzursuz bir kıpırtı başladı. Hani ufak bir diş ağrısı başlar ve insan bunun soldan mı yoksa sağdan mı, üst çeneden mi yoksa alttan mı geldiğini bilemez ya, öyle. Sadece boğuk bir gerginlik hissediyordum, zihinsel bir huzursuzluk. Zira birdenbire -nasıl olduğunu anlamadım- yıllar önce burada bulunmuş olmalı ve bu duvarlarla, bu sandalyelerle, bu masalarla, bu dumanlı mekânla bağlantılı bir hatıram olmalıydı düşüncesine kapıldım.

      Ancak bu hatırayı yakalamaya çalıştıkça, o daha da haince ve kaygan bir hâlde geri gidiyordu; bilinçaltımın en alt tabakasında parlayan, yine de yakalanamayan veya tutulamayan bir denizanası gibiydi. Boş yere, bakışlarımı ortamdaki her şeyde gezdirmeye başladım; elbette bazı şeyleri hatırlamıyordum, örneğin çınlayarak hesap yapan kasa ve şu yapay kahverengi pelesenk ağacı duvar kaplaması. Tüm bunlar daha sonra yapılmış olmalıydı. Ancak yine de, ben yirmi sene veya daha fazla bir süre önce burada bulunmuştum; şimdi çoktan kendini aşmış eski benliğimden bir parça burada saklanmış olmalıydı; tahtanın içine gizlenmiş bir çivi gibi buradaydı. Tüm duygularımı zorlayarak hem mekânı hem de kendi içimi aradım; ama lanet olsun! Bu kaybolmuş, kendi içimde boğulmuş hatıraya ulaşamıyordum.

      Her insanın zihinsel güçlerinde bir yetersizlik ve eksiklik hissettiğinde yaptığı gibi ben de öfkeleniyordum. Ancak yine de bu hatırayı anımsayacağıma dair olan umudumu kaybetmedim. Sadece minik bir ipucu bulmalıydım, biliyordum; çünkü hafızamın garip bir yanı vardı; hem iyi hem de kötü, bir taraftan inatçı ve başına buyruk, ancak sonra yine de tarif edilemeyecek kadar sadık. En önemli olaylardan olduğu kadar yüzleri de, okunanlar kadar yaşananları da genellikle kendi derinlerine indirir ve bu yer altı dünyasından zorlamadan, sadece bir istek karşılığında